İki Nûra Sahip Sahâbî: HER TÜRLÜ TENKİDE AÇIĞIM!

Handenur YÜKSEL

Üçüncü halîfe Hazret-i Osman bin Affan -radıyallâhu anh- 574 tarihinde Mekke’de doğdu, ilk îman edenler arasındadır. Ashâbın en zenginlerinden biriydi, İslâm’ın gelişmesi için elinden gelen her türlü maddî yardımı yapıyordu. Önce Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı Rukiye, onun vefatı üzerine de diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Allah Rasûlü’nün iki kızıyla evlenmiş olduğundan, kendisine iki nur sahibi anlamında, «Zi’n-Nûreyn» lakabı verildi. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- halîfeliğe getirildiği 644 yılından itibaren İslâm’ın yayılması için büyük gayret sarf etti. Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs’ı fethetti. 17 Haziran 656’da evinde Kur’ân okuduğu sırada âsîler tarafından şehid edildi. Yaklaşık on iki yıl hilâfet makamında kalan Hazret-i Osman, vefatı esnasında 82 yaşındaydı.

Hazret-i Osman, Kûfe valisi Saîd bin el-As hakkındaki şikâyetlerin çoğalması, yerine Ebû Musa el-Eş‘arî’nin istenmesi üzerine, halkın taleplerini kabul ederek Ebû Musa’yı vali olarak görevlendirdi. Ayrıca bu tayin üzerine Kûfe halkına bir de mesaj göndererek kendilerine şöyle seslendi:

“İstediğiniz şahsı vali olarak tayin etmiş ve Saîd’i başınızdan almış bulunuyorum. Allâh’a yemin ederim ki, her türlü şikâyet ve tenkitlerinize açık olacağım. Elimden geldiği kadar, size karşı sabırlı ve hoşgörülü davranacağım. Allâh’a âsî olmamak şartıyla neyi ister ve neyi reddederseniz onu yapmaya çalışacağım. Tâ ki, yarın hesap günü Allâh’ın huzurunda, elinizde beni suçlayabileceğiniz bir deliliniz bulunmasın!”1

SELÂMI, BOYA DÜŞÜNEN KİŞİYE VERDİM!

Büyük mutasavvıf ve şair İbrahim Hakkı Hazretleri 1703’te Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğdu. İlk derslerini babasından alan İbrahim Hakkı, 25 yaşlarında iken Tillo’ya yerleşerek tasavvufa yöneldi. 1738’de hacca gitti, döndüğünde, «Lübbü’l-Kütüb» adlı eserini hazırladı. İstanbul’a birkaç defa gelen ve saray kütüphanesinde araştırmalarda bulunan İbrahim Hakkı’ya müderrislik payesi verildi. 1757’de ünlü eseri «Mârifet-nâme»yi tamamladı. Ömrünün büyük bölümünü Hasankale’de geçirerek, orada hizmet verdi. 22 Haziran 1780’de 73 yaşında iken vefat etti, İsmail Fakîrullâh’ın Tillo’daki türbesine defnedildi.

İbrahim Hakkı Hazretleri İstanbul’da bulundukları sırada zamanın şeyhülislâmı tarafından yemeğe davet edildi. Şeyh efendi konağa vardığında, şeyhülislâmın mescidde olduğu söylendi. İbrahim Hakkı Hazretleri mescide geçtiklerinde şeyhülislâm efendi namaz kılıyordu. Selâm verip bir köşeye oturdu. Şeyhülislâm namazını bitirdikten sonra İbrahim Hakkı’ya dönerek;

“–Mezhebimizce, namazda bulunan kimseye selâm verilmeyeceğini bilmez misin?” dedi.

İbrahim Hakkı gayet sakindi, tatlı bir tebessümle:

“–Ben, Allah için namaz kılan şeyhülislâma değil, mihrabın boyasını tazeletmek isteyen şahsa selâm verdim.” dedi.

Şeyhülislâm namazda kendisine selâm verildiği sırada, gerçekten mihrabın boyasını tazeletmeyi düşünmüştü.2

SİZİN KÜTÜPHANENİZ NEREDE?

Cumhuriyet dönemimizin sayılı mütefekkirleri arasında gösterilen Cemil MERİÇ, 12 Aralık 1916’da Reyhanlı’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne girdi, fakat öğrenimini tamamlayamadan Hatay’a döndü. Bir süre ilkokul öğretmenliği, nahiye müdürlüğü, tercüme kaleminde reis muavinliği yaptı. Sonraki yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitiren Meriç, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulunda okutman olarak çalıştı. 1955’te 39 yaşında iken görme özürlü oldu, fakat talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. Cemil MERİÇ’in yeri hep kütüphane oldu, politikaya hiç bulaşmadı. 1974 senesinde İstanbul Üniversitesinden emekli oldu. 13 Haziran 1987 günü İstanbul’da vefat etti.

«Umrandan Uygarlığa» (1974) ve «Kırk Ambar» (1983) isimli eserleriyle iki defa Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. «Hint Edebiyatı», «Bir Dünyanın Eşiğinde», «Bu Ülke», «Mağaradakiler» ve «Kültürden İrfana» başlıca eserleri arasındadır.

Bir yaz günü öğleden sonrasında Nadir DEMİREL, genç bir Fransız romancısını Cemil MERİÇ’in evine getirmişti. Bu genç yazar, salona girer girmez dehşete düşmüş, o kitaplıktan bu kitaplığa gitmiş, ciltlerin sırtlarından kitapların adını okumuş, sonunda mağrur ve mütebessim oturan Meriç’e, bir kırbaç gibi şaklayan şu cümleyi söylemişti:

“–Beyefendi, bu mükemmel bir Fransız kütüphanesi; ama siz Türk’sünüz. Sizin kütüphaneniz nerede?”

Cemil MERİÇ, beynine çengel gibi takılan bu cümlenin cevabını yıllar sonra şöyle verecekti:

“–Avrupa’nın reçetelerini uygulamaya kalkmak büyük bir hamakat! Avrupa’yı tanımamak ise gaflet; fakat Avrupa’yı tanıyan, ülkesinden kopuyor. Bu lânet çemberinden nasıl kurtulacağız? Düşünenin görevi, insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak; bu irşada kızmadan ve usanmadan devam etmektir.”3

MADALYA İÇİN SAVAŞMADIK!

İstiklâl Harbi kahramanlarından Recep Reis, 1862 yılında Rize’nin Portakallık Mahallesinde doğdu. I. Dünya Savaşı öncesi mütevazı teknesiyle ticaret ve taşımacılık yaptığı ve denizcilikle uğraştığı için çevresi kendisine «Recep Reis» diye hitap ediyordu. Recep Reis, işgal yıllarında mukavemet teşkilâtının güvenilir bir mensubu olmuştu. Beykoz’la Sarıyer arasında mekik dokuyor, Rum çetelerine sürekli baskın veriyor, onları teker teker ortadan kaldırıyordu. Sonraki aylarda Karasu’da karargâh kurdu. Recep Reis’in gönüllüleri, Kefken Adası’ndan hareketle gece baskınları gerçekleştiriyor, bölgedeki Yunan birliklerine büyük zayiat verdiriyordu.

Recep Reisin idaresinde düşmana defalarca taarruz eden direnişçiler, son baskında düzenli ordu içinde yer alarak, hem Kandıra, hem de Adapazarı’nı kurtardılar. Bu başarısı üzerine Recep Reise milis yüzbaşısı unvanı verildi. Recep Reis ve mücahidlerinin bölgedeki hizmetleri 1923’e kadar sürdü. Savaş bitince Ankara’ya davet edilen Recep Reis, vatana yaptığı büyük hizmetleri sebebiyle tebrik edildi.

Recep Reis, 11 Haziran 1928’de Karasu’da hayata gözlerini yumduğunda 70 yaşındaydı.

İstiklâl Savaşı sonrası bir süre Rize’de kalan Recep Reis, hayatının sonraki yıllarını Karasu’da geçirdi. Devlet kararıyla kendisine ev ve arazi tahsis edildi. Fakat Reis, kendisine tahsis edilen arazinin sadece altı dönümünü kabul edip, geri kalanını halka dağıttı. Düşmana karşı gösterdiği kahramanlıklar karşılığı kendisine verilmek istenen «İstiklâl Madalyası»nı:

“Biz madalya için değil; vatanımızı kurtarmak, bu toprakları gâvurdan geri almak için savaştık!” diyerek kabul etmedi. Madalya, ancak kendisinin vefatından sonra eşine verilebildi. Zaten daha önce yüzbaşı rütbesiyle birlikte bağlanan 50 lira tutarındaki aylığını da çetenin mutfağına bağışlamıştı.

1 Mahmud Şâkir, Dört Halîfe, İstanbul 1994, s. 342.
2 Celâlettin TOPRAK, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve hocası Şeyh İsmail Fakîrullah, Bitirme Tezi, Ankara 1974, s. 21.
3 Ümit MERİÇ, Babam Cemil MERİÇ, İstanbul 1994, s.108.