ÜSTADIN ALEYHİNDE BULUNMAYIN!

Handenur YÜKSEL
Sekizinci Osmanlı padişahı Sultan II. Bâyezid 1448’de Dimetoka’da doğdu. Yedi yaşındayken, Hadım Ali Paşa nezaretinde Amasya Sancak Beyliğine gönderildi. Hattat Şeyh Hamdullah’tan hat dersleri aldı. Fatih’in vefatı üzerine 20 Mayıs 1481’de tahta çıktı. 1484’te Boğdan Voyvodası’na karşı sefer düzenleyen sultan, Kili ve Akkirman kalelerini fethetti, 1498’de Lehistan’a akınlar düzenledi. 1499’da Venediklilere karşı Mora Seferi’ne çıkarak, İnebahtı, Modon ve Koron’u aldı. 24 Nisan 1512’de tahtan ferâgat etti. Dimetoka’ya giderken Çorlu yakınlarında fenalaşarak, 21 Mayıs 1512’de vefat etti. Kabri, kendi adını taşıyan caminin kıble tarafındaki türbededir. İlim, takvâ ve hilm sahibi bir padişah olduğundan «Bâyezîd-i Velî» nâmıyla anılır.

***

Sultan II. Bâyezîd’in (Velî) hüsn-i hat hocası Şeyh Hamdullah Efendiydi. Diğer hattatlar, şeyhi çekemiyor, her fırsatta aleyhinde konuşuyorlardı. Dedikodular, sultanın kulağına kadar gelmişti. Velî hükümdar, bu dedikodulara son vermek için bir çare düşündü. Hattatları huzuruna çağırıp, hepsinden birer eser yazmalarını istedi. Şeyh Hamdullah, hepsinden önce bir mushaf-ı şerif yazarak, sultana takdim etti.

Padişah, mushafı yüksek bir masanın üzerine koymuştu. Sonraki günlerde, diğer hattatlar da yazdıklarını getirmeye başladılar. Masada şeyhin mushafını görenler, eserini onunkinin altına koyuyorlardı. Sonunda üstadın mushafı, eserlerin en üstündeki yeri aldı.

Sultan II. Bâyezid, yazmalara birer birer göz attıktan sonra, hattatlara dönerek:

“Görüyorsunuz ki; eserlerinizi üstadın eserinin altına koymaya mecbur oldunuz. O, bu hususta sizin üzerinizdedir. Bir daha hocanın aleyhinde konuştuğunuzu duymak istemiyorum!” dedi.

Şeyhin rakipleri böylece derslerini almış oldular.

NE ÇEKTİĞİMİ BEN BİLİYORUM!

Sultan Abdülmecid’in oğlu, son Osmanlı Padişahı Sultan Mehmed Vahdeddin 1861’de İstanbul’da doğdu. 4 Temmuz 1918’de, I. Dünya Savaşı biterken tahta çıktı. Cülûsun akabinde Mondros Mütarekesi akdedildi, bir müddet sonra da Millî Mücadele başladı. Zaferden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla saltanatın lâğvı üzerine İtalya’nın San Remo şehrine yerleşti. Ağır gurbet şartları içinde ve derin üzüntüler içinde dört yıl yaşadıktan sonra, 15 Mayıs 1926’da San Remo’da vefat etti. Kabri Suriye’de, Şam şehrindedir.

***

Tahta çıktığı günlerde korku ve endişe içinde olan Sultan Vahdeddin, Başmabeyincisi Ali Fuat TÜRKGELDİ’ye, şunları söyledi:

“Ecnebîler pek bî-aman (insafsız). Gece-gündüz ne çektiğimi bir Allah, bir de ben bilirim. Bizi tazyik ile Meclis-i Mebûsân’ı dağıttırdılar. Fikirlerini ihsas (hissettirme) değil, âdeta açıktan açığa ihtar ediyorlar. Ben, meşrûtî bir hükümdar olduğum hâlde, güya mutlak bir hükümdar imişim gibi muamelelerde bulunuyorlar ve doğrudan doğruya bana müracaat ediyorlar. Meşrutiyetten bahsedince; «Hangi meşrutiyet?» diye mukabele ediyorlar. Yani; «Sözlerimizi ısga etmezseniz (dinlemezseniz), sizi de tanımayız!» demek istiyorlar.

Ben, milletin ateşli külü üzerine oturdum, taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim. Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malûmat verilemiyor. Elbette bir gün tarih, bu hakikatleri yazar!”

PARA İLE DİNİMİ SATMAM!

Devlet-i Aliyye’nin 19. yüzyılda yetiştirdiği önemli devlet adamlarından biri olan Ziya Paşa, 1825’te İstanbul’da doğdu. Bir süre Sadarette, sonra da sarayın mabeyin kâtipliğinde bulundu. Bir müddet zaptiye nazırı müsteşarlığı da yapan Ziya Paşa, Kıbrıs Mutasarrıflığına tayini sırasında, Nâmık Kemal ile birlikte Paris’e kaçarak; «Yeni Osmanlılar» teşkilâtına katıldı. Sadrazam Âlî Paşa’nın vefatı üzerine affedilerek İstanbul’a dönen paşa, meşrutiyetin ilânından sonra maârif müsteşarlığı görevine getirildi. Şair olan ve şiirlerinde sosyal konuları, hürriyet, eşitlik, adalet gibi kavramları işleyen paşa, 17 Mayıs 1880’de Adana’da vefat etti.

***

1871’in son günleriydi. Ziya Paşa, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye’de kurulan İcra Heyeti Reisliğine getirildi. Bir süre sonra bu görevinden azledilen paşa, ciddî bir malî sıkıntı içine düştü. Bir gün kendisine, bir grup Hıristiyan misyoneri gelerek, büyük para karşılığında, lâkin devlet ve milletin menfaatlerini zedeleyecek bir tarzda, isimsiz ve imzasız bir kitap yazması teklifinde bulundu. Ziya Paşa hastalık, zaruret ve sıkıntı içindeydi. Fakat şeref ve haysiyetine yakışan cevabı verdi:

“Efendi! Siz beni, para karşılığı dinini, ismini ve milliyetini satar bir adam mı sanıyorsunuz?”

BİLİNMEK İÇİN OKUDULAR!

Kültür tarihimizin gerçek değerlerinden, meşhur edebiyat tarihçisi ve araştırmacısı İbnülemin Mahmud Kemal İNAL 1870’te İstanbul’da doğdu. Bir müddet Dîvân-ı Hümayun büyükelçiliği de yapan İnal, son yıllarında «Tarih ve İslâm Eserleri Müzesi» müdürü olarak hizmet verdi. İbnülemin Mahmud Kemal Bey, birçok dergi ve gazetede araştırma yazıları yazdı, biyografi ve monografi türlerinde eşsiz eserler telif etti.

«Son Asır Türk Şiirleri» ve «Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar» aşılmaz eserleri arasındadır. Kemal Bey, bundan 51 yıl önce 24 Mayıs 1957’de vefat etti.

***

Bir ziyaretçisi, bir-iki kitap yayınladığı için kendini allâme sayan ve şöhreti dünyayı tutan birkaç şarlatanı övdükten sonra Üstad İbnülemin’e şöyle dedi:

“–Onlar kendilerini tanıttılar, ya siz!”

Üstad şöyle cevap verdi:

“–Bu tabiî bir neticedir. Zira biz bilmek için okuduk, onlar bilinmek için okudular!”

SABAHIN KÖRÜNDE!

Büyük şair, yazar ve dâvâ adamı Necip Fazıl KISAKÜREK 1905’te İstanbul’da doğdu. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Devlet Konservatuarı ve Güzel Sanatlar Akademisinde öğretim üyeliği yaptı. Şiir, hikâye ve tiyatro oyunları kaleme aldı, pek çok gazetede fıkra yazıları yazdı. 1943’te Büyük Doğu mecmuasını çıkardı. Şiirlerini «Çile» isimli eserinde topladı. «Çöle İnen Nur», «Peygamberler Halkası» ünlü eserleri arasındadır. Bundan 25 sene önce, 25 Mayıs 1983’te İstanbul’da vefat etti.

***

Yücel ÇAKMAKLI, sinemaya meraklı iki arkadaşıyla birlikte Elif Film’i kurduktan sonra arkadaşlarıyla birlikte Necip Fazıl’ı ziyaret etmeye karar verdi. Üstadın bazı eserlerini sinemaya aktarmak istiyordu. Dostları Ergun BAYIK tarafından Necip Fazıl’dan randevu alındı. Randevu saati altı buçuktu. Fakat sabahın mı, yoksa akşamın altı buçuğu mu olduğu iyice anlaşılamamıştı. Üç ahbap çavuşlar, telefonla sorma cesareti gösteremeyip, ertesi sabah ilk vapurla karşıya geçtiler ve şairin Erenköy’deki evinin önüne geldiler. Ergun Bey bütün cesaretini toplayarak zile basınca, içeriden öfkeli bir ses duyuldu:

“–Kimsiniz, kimdir bu saatte gelen?”

Az sonra üstad şair kapıyı hiddetle açtı. Heyecana kapılan Ergun Bey cılız bir sesle:

“–Efendim, dün zat-ı âlînizden randevu almıştık ya! Altı buçukta gelin demiştiniz.”

Şair, gök gürültüsünü andıran bir sesle:

“–Ben size sabahın köründe mi gelin, dedim!”

Kapı sert bir şekilde üzerlerine kapandı. Bir-iki dakika öylece donup kaldılar. Az sonra kapı tekrar açıldı ve şâir-i âzamın başı göründü. Merhameti gazabına galip gelmişti.

“–Az ileride, istasyonun yanında bir sabahçı kahvesi var, gidin orada birer çay için, ben sizi aldıracağım!”