Ali Nusret Bey’in MUKADDES ÖFKESİ

Dursun GÜRLEK
dursun.gurlek@mynet.com

Büyük tarihçimiz İbnülemin Mahmud Kemal Bey, meşhur kitabiyyat bilgini Fındıklılı İsmet Efendinin hayat hikâyesini, nev’i şahsına münhasır üslûbuyla anlatırken, bir yerde sözü merhumun boğazına olan düşkünlüğüne getiriyor:

“Hazret, önce midesini imlâ eder, sonra da vâveylâ ederdi!” diyor. Bilindiği üzere, imlâ doldurma, doldurulma mânâlarına geldiği gibi, bir dilin cümlelerini ve kelimelerini doğru yazma anlamını da taşıyor. Biz bu yazımızda ikinci mânâsını esas almak sûretiyle, imlâ yanlışlarının güzel Türkçemizi nasıl imha ettiğini anlatmaya çalışacağız.

Caddelerde, sokaklarda dolaşırken karşılaşıyorum; bazı mağazaların, iş yerlerinin vitrinlerinde; «Bizimle çalışırmısınız?» diye soran ilânlara rastlıyorum. İçimden, «Hayır, çalışmam, çünkü siz iki kelimeyi bile imlâ hatası yapmadan yazamıyorsunuz!» diyorum. «Çalışır mısınız?» kelimesindeki soru ekinin birleştirilmesi, o ilânı yazanın aslında cehaletini ilân ediyor.

Her gün rastladığımız, duyduğumuz, okuduğumuz, gördüğümüz imlâ ve telâffuz yanlışlıklarının, hatalı konuşmaların sayısı o kadar fazla ki, verdiğim bu misal, onların yanında devede kulak bile kalmaz. Ne yazık ki, biz artık hassasiyetimizi kaybettik. Eskilerin bu konuda gösterdiği titizliğin ve dikkatin binde birine bile sahip değiliz. Bozuk Türkçenin âhenksiz sözleri kulaklarımızı tırmalamaya devam ettiği hâlde, kimseden çıt çıkmıyor. Böyle bir imlâ karşısında kimse «vâveylâ» etmiyor. Bulaşık ortamlara alışık hâle geldik. Hani, insan kötü kokulu, pis kokulu bir mekâna girerken önce fena hâlde rahatsız olur, burun deliklerini sıkıştırarak içeri dalar, ama bir süre sonra o da bu mülevves havaya alışır, en küçük bir rahatsızlık duymaz. Ne yazık ki, pis kokuyu bir süre sonra temiz zannetmeye başlayan bu adam gibi, bizim kulaklarımız da hassasiyetini çoktan yitirdiği için dil katliamı karşısında sessiz ve hissiz kalıyoruz. «Kāmus, namustur!» diye feryadımızı yükseltmiyoruz.

Eskiden dil zevksizliğine, bozuk Türkçeye, derbeder üslûba önce -haklı olarak- yazarlar, şairler, edebiyatçılar, ilim adamları isyan ederlerdi. Ne yazık ki, bugün çark ters işlemeye başladı. Şimdi pejmürde sözlere, insicamsız ve intizamsız cümlelere, nesebi gayr-i sahih kelimelere, tımarhane konuşmalarına, sözüm ona kalem erbabının (!) eserlerinde (yapıtlarında demeliydim) rastlıyoruz. Anlı şanlı bazı profesörlerin iki cümleyi yan yana getirip düzgün bir şekilde ifade-i meram edemediklerini, ıkına sıkına konuştuklarını görüyoruz. Tafralarından yanlarına yaklaşılmayan bir takım akademisyenlerin en basit bir imlâ kuralından bile habersiz olduklarını; meselâ ayrı yazılması gereken (de) ve (da) eklerini birleştirdiklerini görüyoruz. Tramvaylarda her seferinde şu anonsla karşılaşıyoruz. «Olası hırsızlık olaylarına karşı dikkatli olunuz!» işte o zaman içimden diyorum ki: “Kör olası, bu kadar basit ve kısa bir cümlede ne diye üç defa «olmak» kelimesini kullanıyorsun? «Muhtemel hırsızlıklara karşı dikkatli olunuz» diyemiyor musun?” Trafik polislerinin ikide bir de; «Bekleme yapma!» diye bağırdıklarını görünce, bekleme yapmıyorum, teklemeden «gitme yapıyorum!» demek istiyorum.

Biraz konunun dışına çıkacağım ama olsun. Bekleme yapanlar, bazen beklenmedik olaylarla da karşılaşıyorlar. Geçen gün, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin önünde yer alan metruk parkta biraz bekledim, etraftaki perişanlığı seyrederken Rızâ Tevfik’in «Harap Mabed» başlığını taşıyan o meşhur şiirini hatırlamaya çalıştım. İşte tam bu sırada beklenmedik bir gelişme oldu. Birden zuhur eden iki ayaklı bir yaratık, dört ayaklı mahlûklar gibi caminin kıble duvarına çiş yapmaya hazırlandı. Derken oradaki banklardan birinde oturan bir delikanlı, bu herîf-i nâ şerîfe: «Ayı!» diye seslendi. Adam kendisinin kastedildiğini anlamış olmalı ki, çişini ve işini yapamadan tarihî mekândan uzaklaştı. Ne dersiniz, bu anekdottan da konumuzla ilgili bir hisse çıkaralım mı? Evet efendim, üzülerek belirtelim ki, bazı densizler, caddeleri, sokakları umumî tuvalet gibi kullanarak şehrimizi kirlettikleri gibi, bir takım cühelâ da abuk-sabuk konuşmalarla, zevksiz sözlerle, üslûp güzelliğinden mahrum yazılarıyla Türkçemizi telvis ediyorlar. Unutmayalım, mülevves, münevver olamaz.

Sadede geliyorum ve eskilerin bu konudaki hassasiyetlerine birkaç örnek vermek istiyorum:

Merhum Tâhirü’l-Mevlevi’nin, «Kāili Bilinmeyen Fıkralar» başlığıyla kaleme aldığı bir makaleden anlaşıldığına göre, imlâ konusunda son derece hassas olan yazarlardan biri de Fâik Reşad Bey idi. Bir ara Dârülfünun’da, yani üniversitede edebiyat tarihi de okutan Fâik Reşad Bey, lisan hatalarını, telâffuz yanlışlarını katiyen affetmiyordu. Bir gün, evinden Ramazanlık reçel istiyorlar. Merhum bunun üzerine kavanozları bir zembile koyduruyor, zembili uşağın omuzlarına yükletiyor, oturduğu İshak Paşa Mahallesi’nden, Sultanahmet Parkı’nın karşısındaki meşhur Şekerci İbrahim Efendi’nin dükkânına gidiyor. Uşak zembili indirince Reşad Bey reçel listesini gözden geçirmeye başlıyor. Birden bire öfkelenerek listeyi fırlatıyor:

“–Mehmet, zembili yüklen!” diyerek dükkândan dışarı fırlıyor. Bunun üzerine uşak:

“–Efendim, bu adam meşhur bir ustadır. Niçin ondan almadın?” diye sorunca Reşad Bey:

“–«Cevz» kelimesinin nasıl yazılacağını bilmeyen herif, reçelinin nasıl yapılacağını da bilmez!” cevabını veriyor. Arapça imlâsı «Cevz» olan bu kelime, meğer listeye «ceviz» diye yazılmış.

Eski edebiyatçılarımız, dünkü kelâm ve kalem erbabı bu konuda özel bir gayret gösteriyordu. Onlar bilgi eksikliğine, yanlış Türkçeye asla tahammül edemiyorlardı. Lisan hassasiyetine sahip olan bu insanların başında ise şairlerimiz geliyordu.

İsterseniz Mehmed Âkif’ten de birkaç örnek görelim.

Mithat Cemal KUNTAY’ın anlattığına göre, bir gün Mehmed Âkif, Ali Şevki Hoca’nın evinde, Ahmed Şuayip’le karşılaşıyor. Hoca, yeşil örtülü masasına iki yumruğunu dayayarak ayağa kalkıyor. Ciddî bir tavra bürünüp Âkif’le Ahmed Şuayip’i birbirlerine takdim ediyor. Onlar da tanıştıklarına memnun olduklarını usûlen söylüyorlar. Âkif, âdeti olan sükûttan başka ikinci bir sükûtla susuyor. Bir ara, Ahmet Şuayip, hiç lüzumu yokken, Harun Reşid’i anlatıyor, Endülüs medeniyetine geçiyor, İskenderiye Kütüphanesi’nin yangınında duruyor. Daha sonra Kur’ân-ı Kerim hakkında düşündüklerini söylemek istiyor. Fransızca telâffuzla «Koran» diye söze başlıyor. Bu sefer Âkif üçüncü bir sükût ile susuyor, sürekli duvara bakıyor. Kısa bir vedadan sonra Âkif, sokakta tepkisini Mithat Cemal’e şu sözlerle dile getiriyor:

“Kuzum! Bir Müslüman’ın Kur’ân’a, «Koran» demesi ne demektir? Kur’ân’ı inkâr etmeyi anlarım. Kimsenin kanaatine karışmam. Fakat «Koran» ne oluyor?”

Mithat Cemal’e göre, işte bundan sonra Mehmed Âkif’le Ahmed Şuayip birbirlerine boş yere tesadüf ediyorlardı: Selâmlaşmıyorlardı. O zamanlar, batı hayranlığının tipik temsilcilerinden biri olan Ahmed Şuayip, böylece Âkif’ten gerekli dersi almış oluyor. Sırası gelmişken belirteyim:

Bu zâtın «Hayat ve Kitaplar» isimli eserini, bir zamanlar ben de adına aldanarak bir sahaftan almış, sayfalarını çevirince hayal kırıklığına uğramıştım. İsmiyle muhtevası tezat teşkil ediyordu. Sadede gelelim:

Ahmed Hâşim’in «Kelimelerin Serdarı» diye övdüğü Süleyman Nazif de -bilindiği gibi- Mehmed Âkif’in can dostlarından biriydi. Millî şairimiz Mısır’a gidince Nazif ona yazdığı mektuplara cevap alamıyordu. Âkif, Âsım’a gönderdiği bir mektupta, Süleyman Nazif’e niçin cevap yazmadığını izah sadedinde şunları söylüyordu:

“… Nazif’in hakkı var. Kendisine hiç mektup yazmadım. Çünkü ona yazı beğendirmek müşkül; gelişigüzel karalanan mektubu, ise izzet-i nefs-i edebîsine tecavüz addederek mesele çıkarır! Bende öyle düşüne-taşına, müsveddeler değiştire değiştire mektup yazacak ne vakit var, ne kudret!”

Âkif, yerden göğe kadar haklı. «Yavaş tükürük sakal kirletir!» diyerek sözün hedefine varması için onu allayıp pullayan, daha sonra muhatabına yollayan Süleyman Nazif, en küçük bir imlâ yanlışı karşısında bile mesele çıkarıyordu. Çünkü o, Türkçenin gönüllü muhafızıydı.

Âkif’ten misaller sıralamayı aklıma koydum bir kere. Müsaade ederseniz, bir örnek daha vereyim:

Hakkında yazılan kitaplardan öğrendiğimize göre, Âkif milletvekili olarak dört yıl Büyük Millet Meclisi’nde bulunduğu hâlde hemen hemen hiç konuşmuyor. Bu süre, Mithat Cemal’in ifadesiyle; «Dört senelik sükût»tur. Zabıtlara geçmiş iki-üç kelimesi var. Bunlar bile çok defa bir edattır, bazen de bir nükte. İşte bir örnek:

Bütçe müzakereleri sırasında, mazbata muharriri, «me’murîn» kelimesini «me’mureyn» şeklinde okuyunca Âkif oturduğu yerden haykırarak;

“«Memureyn» olsa şekerle besleriz!” diyor. «Me’murîn»in çoğul anlamda memurlar demek olduğunu, «me’mureyn»in ise iki memur anlamına geldiğini bu arada belirtmiş olalım.

Eskilerin Türkçe ve dil konusunda ne kadar hassas olduklarını gösteren can alıcı bir anekdota ise Sâmiha AYVERDİ’nin «Çeşnicibaşı» adıyla kaleme aldığı makalesinde rastladım. Temmuz 1975 tarihli Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın 3. sayfasında neşredilen bu yazıda, Cenap Şahabeddin, kardeşi Ali Nusret Bey’den bahsediyor, onun hasta yatağındayken bile bir telâffuz hatasını nasıl düzelttiği dile getiriliyor.

Özeti şöyle:

Sâmiha Hanım’ın babası, hastalığı günden güne artan Ali Nusret Bey’i Drağman’daki evinde ziyaret ediyor. Bu yoklamalardan dönüp eve geldiği zamanlar, âdeta sesinden kovamadığı, üstelik kendisine hiç yakışmayan bir hüzünle annesine:

“Bugün ne oldu biliyor musun? Hastanın annesi:

«–Hakkı Bey oğlum, Nusret yatalı haybahâsıl kaldık.» deyince Nusret âdeta öfke ile başını yastıktan kaldırıyor:

«–Anne, anne… Haybahâsıl değil, hâib ü hâsir…» diye annesinin yanlışını düzeltiyor. Hatalı konuşan annesi bile olsa, ağır hasta olduğunu dahî nazar-ı itibara almadan, hatayı affetmeyip ânında düzeltiyor.”

Sâmiha AYVERDİ’nin ifadesiyle, işte tebcil edilmesi gereken mukaddes öfke!.. (Haybahâsıl, «Hâib ü hâsir»den bozma bir halk tabiri idi ki, ümitsiz, bîçare, şaşkın ve mahrum kalmış olmak mânâsında kullanılırdı.)

Yeri gelmişken Ali Nusret Bey hakkında da birkaç cümle söyleyelim:

Merhume Sâmiha AYVERDİ Hanımın baba dostu olarak bahsettiği Ali Nusret Bey, yukarıda da belirttiğim gibi, Cenap Şahabeddin’in üç yaş küçük kardeşidir. Yenişehir’de doğdu. 1891’de istihkâm mülâzımı olarak mektepten mezun oldu. Muallimlik görevinde bulundu. 1908’den sonra kaymakamlıktan (yarbaylıktan) emekli oldu. İstanbul’un çeşitli liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. Genç yaşta, kendini çevresine sevdirdi. Arapçaya, Farsçaya ve Fransızcaya vâkıftı. Dil lâubaliliklerini asla affetmeyen mükemmel bir edebiyatçıydı, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak genç yaşta vefat etti. Kabri, Fatih Camii haziresindedir. Gazi Osman Paşa’nın türbesine giden yolun sağındadır. Kabir taşında nefis bir hat örneği bulunuyor.

Ziyaret etmeniz temennisiyle…