Şehirlerin Efendisi EFENDİLERİN ŞEHRİ

Dr. Harun ÖĞMÜŞ

Kültür ve medeniyetin oluşması uzun bir zamanla birlikte birçok unsura bağlıdır. Sosyal şartlar bunların en başında gelir. Bu şartlar, insanların çabasından çok ilâhî bir lütuf eseri olarak ortaya çıkıp gelişir.

Şartları ilâhî lütuf eseri oluşan medeniyetlerden biri de, Anadolu ve Rumeli coğrafyasında takriben on asır önce inkişaf etmeye başlayan Türk-İslâm medeniyetidir. Bu medeniyetin oluşmasında -başka örneklerde de görülebildiği gibi-; “Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur.” (Bakara 2/216) âyeti tecellî etmiştir.

Şöyle ki; İslâm coğrafyasının doğusunu yakıp yıkarak İslâm medeniyetinin kalbi demek olan Ortadoğu’ya gelen Moğollar, yollarının üzerinde bulunan birçok Türkmen nüfusunun batı istikametinde diyâr-ı Rum’a, yani Anadolu’ya göçmesine sebep oldular. Böylece Anadolu’da taptaze ve dinamik bir millet oluştu. Bunun içinde yer alan ve çok ücra bir yerde bulunan Osmanlı Beyliği, kısa zamanda muazzam bir gelişme gösterdi ve birkaç asır önce Moğolların tozu-dumana kattığı tüm Ortadoğu’ya hâkim olarak Abbasîlerin târumar edilmiş olan mirasını sahiplendi ve kendinden kattığı unsurlarla onu şekillendirip ihya ederek sonuna kadar yılmadan muhafaza etti.

İşaret ettiğimiz on asırlık zaman dilimi içerisinde takdîr-i ilâhî gereği biri diğerinin âmili olarak silsile hâlinde meydana gelen hâdiselerden biri de, tüm İslâm tarihi boyunca, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müjdelediği emîr olma şerefine erişmek ümidiyle birçok sultanın teşebbüs ettiği İstanbul fethinin gerçekleşmesidir. Hamasî şairimiz Yahya Kemal, büyük bir isabetle bu hâdiseyi «Tanrı’nın kutlu işi» olarak görür:

Bir âlem açan zaferlerin en genişi
İstanbul fethi Tanrı’nın kutlu işi
Gün doğmadan evvel o güzel sâatte
On bin yiğidin Büyük Gedik’ten girişi

İşte bu kutlu işin gerçekleşmesi sûretiyle, çürümüş Bizans’ın elinde köhneleşen İstanbul, asırlar boyu süzülmüş bir medeniyet tarafından yeniden ihya edildi ve her bakımdan şehirlerin efendisi hâline getirildi.

O, pâyitaht olması hasebiyle tüm şehirlerin efendisiydi. Yani onlara hükmediyor, sözünü geçiriyordu. Ayrıca her hususta hepsi için bir edep ve ölçü timsaliydi. Hâlde, harekette, üslûpta, edada, kıyafette, zarafette ilh. hepsi onu örnek alıyordu.

Onun bu iki mânâda da «şehirlerin efendisi» oluşunu izâh etmek, bu yazının hudutlarını aşar. Şehrengizler, kasîdeler ve hususiyle Ahmet Hamdi TANPINAR’ın ifadesiyle «İstanbul peyzajının şairi» büyük üstad Yahya Kemal’in her semtine söylediği müstesnâ şiirler, bize İstanbul’un hep bu yönünü anlatır. Ama o, sadece bu yönüyle, yani kendi efendiliğiyle kalmamıştır. Asırlardan beri süzülmüş olan bir medeniyet tarafından oluşturulan bu efendi şehir, bizzat efendiler yetiştiren bir mektep rolü de deruhte etmiştir. Bu mektebin yetiştirdiği efendiler, sadece onda doğup büyüyen insanlardan ibaret kalmamıştır. Zaten o, şehirlerin efendisi olması hasebiyle muayyen bir coğrafya ve tarihe sığmayacak büyük bir ihtişamın sahibi olmuş; Budin’den Irak’a, Mısır’a kadar geniş bir coğrafyada derin bir tesir icra etmiş ve güzel bir model olmuştur. Binâenaleyh, -nerede ve hangi zaman diliminde yaşarsa yaşasın- onu numûne-i imtisal alan ve onun hasletlerini seciye hâline getiren herkes, İstanbul beyefendisidir. İstanbul beyefendilerinin seciyesini, sadakat, aşk, muhabbet ve vefanın yanı sıra üslûp, eda, nezaket ve zarafet gibi hasletler oluşturur. Her biri başlı başına bir mevzu olan bu hasletlerin tek tek misallendirilmesine imkân yoktur. Biz, eskilerin «üslûb-ı beyan, aynıyla insan» sözü mûcibince İstanbul beyefendiliğinin sadece «efendi» kelimesi çerçevesinde ve şiir dilinde üslûp ve edaya bürünüşüne birkaç örnek vermekle iktifa edelim:

Urfa’da doğup bir müddet İstanbul’da ikamet eden, fakat bilâhare kaderin sevkiyle yine ondan ayrılmak mecburiyetinde kalan İstanbul’un İstanbul dışındaki beyefendilerinden Nâbî, İstanbul’un üslûp ve edasına olan hasretini Halep’te şöyle dile getirir:

«Ba’dî lekâ» hitâblarından gelir mi hîç
Harf-ı «A cânım, âh efendim!» halâveti
(Arapçada kullanılan; «Varlığımın bir kısmı, canım senin olsun» gibi hitaplar, «A cânım, âh efendim» sözlerinin tadını verir mi hiç? Asla!)

İstanbul’un İstanbul’u hiç görmemiş beyefendileri de vardır. Onlardan biri de gazelde âşıkane tarzın pîri Türk şiirinin erişilmez ustası Fuzûlî’dir. Her biri birbirinden güzel dörtlüklerden oluşan bir murabbaının nakaratında İstanbul beyefendilerinin üslûbunu şiirine şöyle aksettirir:

Perîşan-hâlin oldum sormadın hâl-i perîşânım
Gamından derde düştüm, kılmadın tedbîr-i dermânım
Ne dersin, rûzgârım böyle mi geçsin güzel hânım?
Gözüm, cânım efendim, sevdiğim, devletli sultânım!

Görüyor musunuz ömründe İstanbul’un yüzünü hiç görmemiş, şu Iraklı Türkmen’i? Baharın hoş esintileri içerisindeki Boğaz’da bir yalıda veya mehtap safası sürdüğü bir sandalda yanındaki bir İstanbul hanımefendisine hitap ediyormuş gibi hitapları sıralayarak ne diller döküyor!

Ya; «Hele tasavvuf ve lirizmin vakarı biraz şöyle kenarda dursun!» dercesine ve kendisinden iki asır sonra gelecek olan Nedim’in şûh ve pervasız edasını müjdelercesine ettiği şu sitemlere ne demeli:

Nazar kılmazsın ehl-i derd gözden akıtan yaşa
Yamanlıktır işin uşşâk ile, yahşi midir? Söyle!
Gel Allâh’ı seversen âşıka cevretme, lutfeyle!

Gözüm, cânım efendim, sevdiğim, devletli sultânım!

«Efendi» denilince bu hitapla kendisine en çok seslenilen zat olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i anmamak olmaz. Zaten O’nu sevmek ve efendi bilmek, İstanbul beyefendiliğinin de en başta gelen şiârıdır. Bir tanıdığım; «Efendim!» diye seslendiği zarif bir İstanbul beyefendisinden; «Evlâdım! Efendi tektir!» cevabını aldığını aktarmıştı.

Beyefendiliğe bakınız! «Efendi» kelimesini sadece Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e lâyık görüyor! İşte bu görüş, yazımızın başında hülâsa ettiğimiz medeniyetin asırlar içerisinde imbikten geçercesine süzülüp incelerek en son İstanbul’da ulaştığı zirve noktasıdır.

Yine bir İstanbul beyefendisi olan Mevlevî dedesi Şeyh Gâlib, meşhur na’tında, bahsini ettiğimiz efendilerin efendisi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e «efendim!» kelimesiyle şöyle hitap eder:

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim!

Bu yazıdaki efendileri ve hususiyle tek olan efendinin kim olduğunu bir İstanbul beyefendisinden öğrenince, Yunanca asıllı olan ve Türkçede aşağı yukarı Türklerin Anadolu’yu yurt edinişleri kadar eski bir mâzîsi olan «efendi» kelimesinin, son zamanlarda hizmetliler sınıfından kimselerin isminin sonuna getirilmeye başlanması esef vericidir.

Hâlbuki yazımızın girişinde belirttiğimiz gibi, kültür değerlerinin oluşması birçok şartları ve uzun bir zaman dilimini gerektirir. Bu sebeple, böyle bir çırpıda kıyılıp heder edilmemelidirler. Zira yıkmak kolay, yapmak zordur. Millî şairimiz Mehmed Âkif bu hakikati ne güzel ifade etmiş:

Yıkmak, insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de, emîn ol, becerir!
Sâde sen gösteriver; «İşte budur kubbe!» diye;
İki ırgatla iner şimdi Süleymâniyye
Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhât, o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan!

Bu münasebetle şu ikazı ilâve ederek yazımıza son verelim: İç göçler sebebiyle oluşan içtimaî değişmelerin meydana getirdiği bir kısım sıkıntılara rağmen, kültür ve sanatta hâlâ şehirlerimize efendilik etmekte olan güzel İstanbul’umuzun ve asırlardır onun etrafında oluşan değerlerimizin kıymetini bilelim. Zira İstanbul beyefendilerinin yetişebilmesi bu mektebin hayatiyetini korumasına bağlıdır.