İstanbullu Olmak Bir Ayrıcalıktır… İSTANBUL DENİNCE…

Sadettin KAPLAN
sadettinkaplan@gmail.com

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda hâfızama derin hatlarla yazılmış, daha doğrusu kazılmış bir isim ve o ismin üzerine kök boyalarla nakışlanmış bir resim var: İstanbullu İsmail Dayı…

İstanbul denince aklıma ilk gelen ne Haydarpaşa Garı, ne Kız Kulesi, ne de Galata Köprüsü’dür. Düşlerimdeki ve düşüncelerimdeki İstanbul denen dilrübânın ilk düğmeleri, İstanbullu İsmail Dayının titrek parmaklarıyla çözülür…

İsmail Dayı ne İstanbul’da doğmuştu, ne de soyca İstanbulluydu… Hadımköy’deki üç yıllık askerlikten sonra, Erenköy’de yaşlı bir çiftin konağında bahçıvanlık ve kâhyalık hizmetiyle geçen yedi-sekiz senelik süreydi onu «İstanbullu» yapan…

Hizmetlerinde bulunduğu ve her zaman rahmetle andığı yaşlı çiftin ölümlerinden sonra, vârislerinden aynı ilgiyi göremeyince hem onlara, hem de İstanbul’a küserek doğduğu yere dönmüştü…

Döneli kaç yıl olmuştu, evli olduğu eşiyle İstanbul’da mı, yoksa burada mı evlenmişti, çocukları var mıydı, var iseler evlenip başka yerlere mi göçmüşlerdi?.. Bunların hiçbirini bilemiyorum. Bildiğim o ki; İsmail Dayı da, kendisinden biraz daha dinç görünen eşi Hasibe Hala da, pek bizim oranın yerlilerine benzemiyorlardı. Oysa ikisi de soyca bizim kasabanın kadim yerlisiydiler… Hattâ, İsmail Dayı askere gitmeden önce Hasibe Hala ile nişanlanmış. O zamanın haberleşme zorluğu içinde, İsmail Dayının İstanbul’u mesken tutup evlendiği dedikodularına rağmen, vefalı Hasibe Hala bağrına sabır taşı basıp umutla beklemiş. Bütün kısmetlerini geri çevirmiş… Sonunda muratlarına ermişler ama bazılarına göre mürüvvetsiz kalmışlar… Muradın ve mürüvvetin ne olduğunu o yıllarda bilemediğimiz için, bunlardan mahrum olmanın ne anlama gelebileceğini de idrak edemiyorduk… Sonradan zaman içinde öğrendik… Bir kısmını kendisinden, bir kısmını başkalarından…

İsmail Dayının küçük bir kalaycı dükkânı vardı. Tek başına çalışırdı. Zaten o daracık dükkânda iki kişinin birlikte çalışabilmesi de mümkün değildi. Küçük körüğü de, kor dudaklarıyla nişadır, kalay ve kömür kokan alevden bir nefes üfleyen ocağı da, havya ve benzeri âletleri de hemencecik ellerinin ulaşabileceği yerlerdeydi…

O yıllarda, Doğu Anado-lu’nun doğduğum o ücra ilçesinde, o görünümdeki bir bedende «İsmail Dayı» zarafetini taşıyan bir rûhun yaşadığını kabullenmek çok zordu. Hâlen de, bunu anlamış, idrakimin ve iz’ânımın içine sindirmiş değilim…

İsmail Dayı, yaşı ve durumu ne olursa olsun, yolunu çaprazladığı birinin önünden asla geçmez; durur, yüzünde saygıyla güllenen bir gülümsemeyle birlikte, çok zarif bir el hareketiyle karşısındakine yol verirdi. Kimi nâdan, bu inceliği kendi tabiî hakkı sayarak basıp geçerken, had bilenler mahcup olur, önünden geçip gitmek istemezlerdi. İşte o zaman sonuna kadar direnirdi İsmail Dayı… Saygılı ve âdeta yalvaran bakışlarla muhatabına bakar;

“Rica ederim efendim,” derdi. “Siz buyurun n’olur?.. Mübarek kademinizle uğurumuzu açınız…”

Buna rağmen, karşısındaki de «beyefendilik»te direnirse, İsmail Dayı da direncini artırırdı. Yüzündeki gülümsemesi, sol gözündeki tiklerde titreşirken; titrek elleriyle karşısındakine yolu gösterir ve sesindeki saygı tonunu değiştirmeden volümünü biraz yükseltir;

“Lütven! Lütven efendim, lütven!..” diye direnirdi…

İsmail Dayı, «F» yerine çiğnenmiş bir «V» harfini koysa da, hemen hemen «lütven»siz konuşmazdı…

Dükkânın önünden geçen dışarı garsonuna çay mı ısmarlayacak;

“Lütven bize iki çay getirir misiniz efendim?” derdi İsmail Dayı…

Demelerine bakılırsa, eşiyle aralarında geçen konuşmalarında bile saygı ve «beyefendilik» sınırlarını aşmazmış. Kendisini kapıda karşılayan eşine, “Akşam-ı şerifleriniz hayrola!” dedikten sonra;

“İnşallah gününüz huzurlu geçmiştir efendim.” diye ekler, elindekileri uzatırken de, mahcup bir yüz ifadesiyle;

“Lütven alır mısınız gül yüzlüm?.. Bugünkü kısmetimiz de buncağızmış, şükürler olsun…” dermiş…

Bunların bir bölümü, belki de küçük belde hazımsızlığından ötürü yayılan yakıştırmalardı. Ama şu bir gerçekti: İsmail Dayının her iki-üç cümlesinden birinde «rica», «efendim» ve «lütven» kelimeleriyle, yüzünden saygıyla tüllenmiş tebessümü eksik olmazdı…

O yıllarda, o gelişmemiş küçük kasabada İsmail Dayıdaki bu inceliği herkesin anlaması elbette mümkün değildi. O’na, daha çok dışarıdan gelen okumuş-yazmış memur takımı ile, kendini bilen ve edep-erkân sahibi yerli halk hayranlık duyardı… Diğerleri için İsmail Dayı, bir şaka ve espri olarak kullanılan «lütven»den ibaretti…

Bu «beyefendilik», İsmail Dayıya, topu topu on yıl kadar kaldığı İstanbul’un armağanıydı…

İstanbul, İsmail Dayıya sadece beyefendilik vermekle kalmamış; onu fahrî yerlisi ilân ederek, bir de «İstanbullu» unvanı vermişti…

İstanbul; güzelliğin, zarafetin, efendiliğin ve romantizmin sembolü olarak bilinegelmiştir yıllar yılı… İsmail Dayıya İstanbullu denmesi ol sebeptendir…

Konstantiniyye, 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul olunca, çağ açan hükümdar bu Bizans kalıntısı harabeyi sadece onarıp imar etmekle kalmadı. Bu şehrin bu nüfusla ekonomik ve sosyal yönden gelişemeyeceği gerçeği ortadaydı. Anadolu’dan getirtilen nüfus, tarihî yarımadanın belli yerlerine yerleştirildi… Gelenler, kısa zamanda «İstanbullu» oldular…

İkinci Bâyezid zamanında, İspanya’dan kovulan Mûseviler’e de bağrını açtı İstanbul. Bunlar da diğerleriyle kaynaşıp «İstanbullu» oldular. Zaman zaman toplu göçler gelip dayandı İstanbul kapılarına. Onlara da yer verildi…

Din ve milliyet açısından çok farklı da olsalar, kıvanç ve tasada birleşip «İstanbullu» olabildiler… Asgarî müşterekleri, «İstanbul Efendiliği» idi…

İstanbul, 16. yüzyıl başlarında nüfus akışına doymuştu artık… Bir süre sonra, değil toplu katılmalar, perakende gelişler bile durduruldu. İstanbul, daha fazla nüfusu kaldıramaz diye düşünülüyordu. Geçici olarak şehre giriş ve çıkışlar bile titizlikle kontrol altında tutuluyordu. Öyle ki, döneminin ünlü halk şairi Seyrânî bile, ünlü bir paşanın kefaletiyle birkaç gün İstanbul’da kalabilmiştir…

İki kıtanın arasında fîrûze bir kuğu boynu gibi duran Boğaz’ın iki yakasını, zümrüt ve yakuttan işlenmiş telkârî bir dantel gibi süsleyen bir rüya şehrinin adıdır İstanbul…

İstanbullu olmak bir ayrıcalıktır…

İstanbul; hülyaların, umutların, sevdaların şehridir…

İstanbul; sevgilisine bile, Edip BAKSI diliyle;

Bir bahar akşamı rastladım size

Sevinçli bir telaş içindeydiniz şarkısınca «Siz» diyebilen «beyefendilerin» şehridir…

İstanbul dili, İstanbul gülü gibidir. Gonca gonca açılıverir kelimeler dudaklarda… Bir kuş cıvıltısıdır İstanbul şîvesi. Martılar, duyulmamış bir İstanbul türküsünü çığrışırken Boğaziçi’nde; kumrular, dün geceki rüyanın yorumudur saçaklarda…

Bu rüyanın bir yerinden perdeyi aralayıp, bir akşamüzeri Salacak sahilinden gurubunu seyretmenizi isterim İstanbul’un… Oradan da, zahmet olmazsa Üsküdar’a kadar yürümenizi… Buyurunuz efendim. Mübarek kademinizle uğrumuzu siz açın lütfen…

“Lütven efendim, lütven!..”