Osmanlı’nın En Güzel Mirası İSTANBUL EFENDİLİĞİ

Aydın TALAY
aydintalay@gmail.com

Seksenli yıllarda Bursa’nın Hürriyet semtinde cennetmekân Sultan II. Abdülhamid’in kurduğu ve o zamanki adı Hamidiye Ziraat Mektebi olan Bursa Ziraat Meslek Lisesi’nde müdür başyardımcılığı görevini îfâ ederken elimi attığım hemen her bucaktan tarihî vesikalar çıkıyordu: Birbirinden değerli lâboratuvar malzemeleri, büyük ebatlı diplomalar, zengin ve nadide eserler… Bir gün bodrumda çalışırken bir asır öncesinin öğrencilerle ilgili kuyudat defterlerine rastlamış ve sevinç gözyaşları ile okumuştum. Gayrimüslim öğrenci, muallim ve idarecilere kadar hep isimler efendi kelimesi ile bitiyordu: Hıristaki Efendi, Teodor Efendi, Palyaki Efendi. Yine düşündüm uzun uzun… Aynı idareci Ermeni kelimesi yerine Millet-i Sâdıka dedirtmemiş miydi? Bu yüzden Ermenilerle tam beş asır en küçük bir meselemiz olmamış batılıların tahrik ve yeraltı çalışmaları ile 1880’den sonra ne hazindir ki, toplu katliamlara Ermeni çeteleri eli ile girişilmiş ve ırkçılık damarları depreştirilmişti.

Görülüyor ki sahip, mâlik anlamında saygı ve nezaket ifadesi olarak kullanılan «Efendi» kelimesi dilden fikirlere ve oradan yürek ve hayata akınca, yüce Mevlâ’nın Müslümanlara bahşettiği en güzel hasletlerden birisi olmuş ve Osmanlı’da bu güzellik doruğa ulaşmıştır. İnsana verilen değer isimlerde de kendini göstermiş ve önce isim sonra makam sıralanması esas alınmıştır: Ebussuud Efendi, Ali Usta gibi. Hâlbuki batıda asırlar var ki, önce makam ismi gelir sonra şahıs ismi gelir: Senyör George, Kral XVI. Lui gibi. İşte bu gurur ve kibir tezahüründen başka bir şey değildir.

19. asır Fransız oryantalist yazarlarından Edmondo de Amicis şöyle diyor: “Bütün Türkler aynı fikir üzerine düşünceye dalan filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarında kesif bir iç hayatın ifadesi okunur. Hep aynı asalet mertebesine sahip insanlardır. Şarkı söylemek, gürültülü kahkaha, çığlık atmak ve lüzumsuz izdihamlara rastlanmaz.”

Bu bakımdan çok çeşitli ırkları altı asır kırıp dökmeden bir arada barındıran, kabiliyet ve istidatların önündeki bütün engelleri kaldırarak işi bilene tevdî eden Osmanlı, ırkçılığa asla pabuç bırakmamış sevgi, saygı ve hoşgörü tabanına dayalı bir toplum oluşturmuştur. Bir inci dizisi gibi dünyanın dört bir yanına hayır eserleri dizen ve üzerine isimlerini bile kaydettirmeyen kadın ve erkekleri görürsünüz.

Bunların çoğu yabancı ve esir oldukları hâlde Acemioğlanlar, Enderun ve Harem mekteplerinde aldıkları fevkalâde terbiye ve kültür onları üstün hizmet adamları hâline getirmiştir. İşte bu ruh, batının ve Amerika’nın hâlâ kültür ırkçılığı yaptığı günümüzden doksan yıl önce bir kolunu Çanakkale savaşlarında kaybeden Fransız generale Allâh’ın izni ile şu sözü söyletebilmiştir: “Çok şükür bir Türk subayını selâmlamak için öbür kolum yerinde duruyor.”

Lâle Devri şairlerinden Nedim İstanbul’un 18. yüz yıldaki güzelliklerini şiirlerinden birinde terennüm ederken; «Acaba cennet altında mı, üstünde midir?» diye sorar ve bu sebeple «Altınla tartılsa azdır!» ifadesinde bulunur. Elbette bu cazibe sadece tabiî güzellikten ileri gelmiyor İstanbul Efendiliği de bunu tamamlıyordu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şeriflerinde bunu te’yîden şöyle buyurmuşlardır: “Bir yerin şerefi orada oturanın şerefine bağlıdır.” İnsanî ilişkiler o derece tekâmül etmişti ki, Kanunî devrinde Avusturya-Macaristan büyükelçisi Busbecq İstanbul’da hırsız ve dilenciye rastlamadığını hâtıralarında kaydeder.

Osmanlı, bu ‘İstanbul Efendi-liği’ne gölge düşürecek davranışlara asla imkân ve taviz vermezdi.

Evlerde letafeti, yumuşak huy ve güzel davranışları bütünleyip rûha ters gelmemek için şeddadî denilen yüksek taş yapılar yerine bir çiçek bahçesini andırırcasına ahşap yapılara gidilirdi. Aksi hâlde yüce Mevlâ’nın yüksek taş binalarda gurur-kibirle oturan İrem Kavmi’ne geldiği gibi ceza yağdırmasından herkes çekinirdi.

Gayrimüslimlerle Müslümanlar tesbih insicamı içinde hiçbir nizâ olmaksızın bir arada yaşar sabahleyin erken kalkan, kardeş gibi yekdiğerini işe veya sabah namazına uyandırırdı. Çeşitli batılı kaynaklar Osmanlı evinin sade, temiz ve gösterişten uzak hâlini ve hattâ gün içinde aynı odanın nasıl oturma, yemek ve yatak hizmetini îfâ edebildiğine şaşırıp kaldıklarını beyan etmektedir.

Hoşgörü o derece yaygın idi ki, birbirinden güzel hat sanatları ile bezenmiş ev ve iş yerlerini süsleyen; «Seversen Sübhân’ı, incitme hiçbir cânı.», «Eline, diline, beline hâkim ol.», «Eşine, aşına, işine sahip ol.», «Bu da geçer yâhû.» gibi levhalar bulunurdu. Hangi dilde olması önemli değil, en küçük yazılı bir kâğıt parçası yere atılmazdı.

İstanbul Efendiliği en güzel meziyet olup fâsık, yalancı ve bozguncular barındırılmaz ve onlara «Efendi» denmezdi. İmaretlerde Mûsevî, Hıristiyan veya putperest ayrımı yapılmaz. En az üç gün sırf Allah rızâsı için yatırılır ve yedirilirdi. Ayrıca gideceği istikamete göre harçlık da verilirdi.

Vakıflar arasında öyle hassas konular vardı ki, batının hayal ve idrak gücünü aşar: Yaşı geçmiş kızlara çeyiz düzülmesi, çamur deryası olan arka sokaklara sal dizilmesi, çalışmak zorunda olan hanımlar için sütanneliği, kolu-kanadı kırık kuşlar için tedavi merkezleri, et fiyatlarının kışın yükselmemesi…

Vezir ve zenginlere ait konakların çatı katları «Hilye-i saadet odası» tarzında birbirinden güzel levhalarla donatılır, böylelikle Efendimiz’in müstesnâ sîret ve sûretinin kalplere ve gönüllere perçinlenmesi sağlanırdı.

Hâsılı, ecdadımızın en güzel, en değerli mirası, İstanbul Beyefendiliği idi. Bu mirasa sahip çıkarsak bizim de yarınlara bırakacağımız en kıymetli servet o olacaktır.