Kulak Vermeyenler Anlayamazlar KULAK VERELİM

Âdem SARAÇ
ademsarac@yyu.edu.tr

Mekke’de doğan güneş ile beraber, aydınlık süreci başlamıştı…

Her âyet-i kerîme yepyeni şafak olurken, her îman eden de bu âyetlerle yepyeni insan oluveriyordu. Böylece İslâm insanı oluşuyordu…

İlkler, sonraki ilkler, sonraki ilkler… derken, İslâm güneşi her tarafı aydınlatmaya başlamıştı.

İslâm ile aydınlanan bu aydın ve seçkin insanlar, başkalarının da aydınlanması için, hemen harekete geçiyorlardı. Bu böyle sürüp gidiyordu…

Bir gece yarısıydı…

Bilâl-i Habeşî Hazretleri’nin kapısı çalındı. «Bu saatte kim olabilir ki?!.» diye merak ederek, sese kulak verdi. Kulak vermeyenler duyamazlardı çünkü.

“–Bilâl! Bilâl!”

Karanlıkta korku-merak arası bir duyguyla sesin geldiği tarafa yöneldi. Kapıya iyice yaklaşıp hafif bir sesle seslendi:

“–Kim o?”

“–Ben, Ebûbekir.”

“–Gecenin bu saatinde ne istiyorsun ey Ebûbekir? Söyleyecekleri her neyse sabah söyleyemez miydin?”

“–Sabahı bekleyemezdim. Ümeyye duymadan söylemem lâzım sana.”

“–Beni meraklandırdın ey Ebûbekir! Gecenin bu saatinde geldiğine göre, çok önemli bir şey olmalı. Söyleyeceğini hemen söyle!”

“–Yâ Bilâl! Ebu’l-Kāsım Muhammedü’l-Emîn -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamber olarak görevlendirildi!

“–Sen ne diyorsun böyle?”

Büyük bir merak ile kapıyı açtı. Hazret-i Ebûbekir’i çok iyi tanıyordu. Yalan söylemediği gibi, böylesi şakalar da yapmazdı o. Karanlığa rağmen, yüzündeki mânâyı okumaya çalışarak, artan bir merakla tekrar sordu:

“–«Muhammedü’l-Emîn -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Peygamber olarak görevlendirildi!» mi dedin?”

“–Evet ey Bilâl, öyle dedim. Ben îmân ettim. Ali, Zeyd ve Hazret-i Hatice de îman ettiler. Bu güzel haberi duyurmak için sabahı bile beklemeden sana geldim; senin de şereflenmeni istedim. Ne diyorsun ey Bilâl?”

“–Muhammedü’l-Emîn’i çok iyi tanırım -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. O ne derse, doğru der. Seni de tanırım. O dedikten ve sen de O’nu tasdik ettikten sonra, tabiî ki ben de inanırım O’na. Ne söylemem ve ne yapmam gerekir, sen onu söyle!”

Karanlıktan aydınlığa çıkışta, bir kişinin daha kurtulmasına çok sevinen Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, büyük bir aşkla kelime-i şahadet getirince, Bilâl-i Habeşî de içinde hissederek tekrarladı. İçiyle beraber yüzünün de aydınlandığını hissetti âdeta. Sonra da büyük bir coşkuyla atıldı:

“–İyi ki sabahı beklemeden geldin, gelip beni de şereflendirdin. Allah da senin şerefini artırsın ey Ebûbekir.”

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâ-hu anh-, geldiği gibi yine sessizce süzülüp gitti.

İslâm nûru ile nurlanan Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, mümkün olduğunca sessiz hareket ederek hemen annesinin yanına girdi. Onu korkutmadan uyandırdı. Hazret-i Ebûbekir’den öğrendiklerini aynen annesine de aktardı. Oğlunu çok seven ve onun üzerinde titreyen Hamâme Hanım hemen îman ederek, İslâm ile şereflendi.

Sabahı zor bekleyen Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, hemen Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Bir de O’nun mübarek huzurlarında Müslüman olduğunu ilân ve ikrar etti. Hiçbir şey sormaya bile gerek bırakmadan îman eden Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri’ni çok memnun ettiği gibi O’nun duasını alma şerefine de erdi.

Bilâl-i Habeş sabaha İslâm ile girmişti… Karanlık ortamda, karanlık bir yerde yatmış; fakat aydınlık ortamın içinde bulmuştu kendini.

Kulak vermişti çünkü… Kulak vermesi gereken sese kulak vermişti.

Kulak verince duymuştu. Duyunca dinlemiş, dinleyince idrak edip akletmiş, akledince de îman ile şereflenmişti.

Anne-oğul İslâm gülistanının birer gülü olmuşlardı. Öylesine bir güzelliğin içine girmişlerdi ki, bunu ancak yaşayanlar anlarlardı…

Fakat çok geçmeden duyuldu bu. Duyulur duyulmaz başladı sıkıntılar.

Çünkü Bilâl-i Habeşî ile annesi Hamâme Hanım, Ümeyye bin Halef’in köleleri idiler. O dönem öyle bir dönemdi ki, kölelere insan gözüyle bakılmadığı gibi, insan muamelesi de yapılmazdı.

Hazret-i Bilâl ile annesi, bunu bilip yaşadıkları hâlde, îman ettiklerini gizlemediler. Gizlemedikleri için de hemen duyulmuştu tabiî.

Bir insanın asla ağzına alamayacağı kadar çirkin sözlerle hakaret eden Ümeyye, büyük bir terör havası estirip korku salarak döndürmek istedi. Hemen döndüreceğini zannederken yanıldığını dehşetle gördü. O çirkin çirkin bağırıp çağırırken, îman ile nurlanan Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, hiç çekinmeden:

“–Ehad! Ehad! Allah birdir! Allah birdir!” diye haykırıyordu.

“–Doğru ile yanlışı ben anlayamayacağım da, sen mi anlayacaksın pis köle?”

“–Sen anlayamazsın?”

“–Şunun dediğine bakın! Pis bir köle anlayacak, benim gibi Mekke’nin en önde gelen şerefli adamı anlayamayacak! Öyle mi?”

“–Anlamak için kulak vermek lâzım. İşitmek ve dinlemek lâzım. Akıl ile beraber idrak etmek lâzım!”

Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, bu anlamlı sözü o gün için Ümeyye kâfirine söylese de, her asır için geçerli mânâsı olduğunu gözden kaçırmamalıyız…

Kulak vermeyenler anlayamazlar öyle ya. Anlamak için kulak vermek lâzım. Gören göz ve işiten kulak için her şey ortada. Kulak verelim, işitelim, idrak edelim; anlayalım…

Peygamber Efendimiz böyle istiyor çünkü.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-