«Evsâf-ı İstanbul» LATIFI’NİN İSTANBUL’U

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
noztoprak@marmara.edu.tr

“Eğer İsa peygamber gökyüzünden yere inmeğe kalksa kalabalıktan iğne bırakacak yer bulamaz. Bitpazarında insanlar pire gibi kaynar. Bir insan seli hâlinde her taraftan o kadar çok istek ve murat sahibi insan gelir ki ne dille, ne kalemle anlatılabilir. Yabancıyla tanıdık birbirinden ayrılamaz, oğul babasını seçemez. Kalabalıktan insan tıknefes olabilir. Özetle mahşer gibi yerdir.” diye bir kitapta bir Türk şehrinin kalabalığından söz edilse ve yine aynı kitabın bir başka sayfasında sözü edilen şehirde insanlığın azalması ve rüşvetin yaygınlaşması şu cümlelerle anlatılsa:

“Öyle bir zamanda yaşıyorum ki tadı-tuzu yok, kimse kimseyle ilgilenmiyor, insanlarda acıma duygusu kalmamış. Taşradan gelene üstten bakılıyor. Yardımlaşma yok. «Hastayım, öldüm!» desen ağzına su verecek bir kişi bulamazsın, kimi yoksulluk içinde insanlığını unutmuş, kimi şarap ya da afyon sarhoşu, kimi ekmek peşinde, kimi cihan kavgasında, âhiret korkusu gönüllerden çıkmış, altın-gümüş mahabbeti yer etmiş, para için meşrû olmayan yollara düşmüştür.”

Bu satırların bulunduğu kitap ne zaman yazılmış olabilir. Herhâlde çok gerilere gitmezdiniz. Hattâ sözü edilen şehri de derhâl tahmin ederdiniz. Kitabı biraz daha karıştıralım…

Yukarıda sıralanan olumsuzluklara sahip olan bu şehir aynı zamanda yeryüzünün en güzel beldelerinden biridir. Güzellikleriyle İrem Bağı’na benzer. Onu görenler; «İrem Bağı budur!» derler ve girenler ondan ayrılmak istemezler:

«İrem Bâğı budur!» der hep görenler
Ki çıkmak istemez ana girenler1

İrem gözle görülmez ama buranın güzelliği ortadadır, açık-seçik görülür, bu gerçeği yalnızca insanlar değil cennet bekçisi Rıdvan bile doğrulamaktadır:

Görüp ol ravzayı Rıdvan dedi Bâğ-ı İrem’dir bu
İrem Bâğı nihan gözden ne gizlensin ayandır bu2

Huriler cennetten burayı görürlerse bulundukları cenneti bırakıp bu cennete uçmak isterler:

Bu makāmı ger görürse hûriler uçmakdan
Koyalar uçmağı bu uçmağa uçmak isteye3

Bu güzel beldeye eskiler «Belde-i Tayyibe» demişlerdir. Bu beldenin adı İstanbul’dur. Yukarıda verilen bilgiler ise bu güzel beldenin vasıflarını anlatmak üzere kaleme alınmış bir kitaptandır. O kitap bilindiği kadarıyla fetihten sonraki Müslüman ve Türk İstanbul’u anlatan ilk kitaptır. XVI. yüzyılın ünlü tezkire yazarlarından Latîfî (öl.1582) tarafından 1525’te 35 yaşında yazılmış ve İstanbul’un vasıflarını anlattığı için «Risâle-i Evsâf-ı İstanbul» adı verilmiştir. Latîfî bu eserini, İstanbul’un yalnızca güzelliklerini anlatmak amacıyla değil, aynı zamanda bu güzelliklerin içindeki; insanı, şeytanın oyuncağı yapacak hile ve tuzaklara karşı uyarmak, İstanbul’un aldatıcı güzelliklerine sihir ve efsununa aldanmaktan korumak amacıyla telif ettiğini söyler. Bu maksatla İstanbul’un cami, köprü, çeşme, köşk, çarşı, pazar ve benzeri binalarını; mesire yerlerini; semtlerini sırasıyla anlattıktan sonra etkili bir dille bu güzelliklerin içinde yer alan sihir ve efsuna, hile ve desiseye mübalâğalı, nükteli, bir üslûpla temas eder. Kendisinin de ifade ettiği gibi Latîfî bu eserinde farklı bir nesir üslûbu denemiştir. Oldukça sanatlı bir üslûba ve zengin bir dil kudretine sahip olan Latîfî, asrının külfetli ve süslü dilini kullanmış olmasına rağmen, cümleleri kısa, yapıları sağlam ve âhenklidir. Nesrinde darb-ı meseller, halk tabirleri, âyet ve hadisler, kelâm-ı kibarlardan alıntılarla ifadesine yenilik getirmek istemiştir. Nesrin arasına yer yer konuyla ilgili manzûmeler de serpiştirerek nesrini anlam bakımından güçlendirmiş, üslûp bakımından rahatlatmıştır. Bu eşsiz şehri görmeyenlere görmüş gibi olacakları bir canlılıkla tanıtırken olumsuz taraflarını da hatırlatarak insanları uyarmak istemiştir. Bunun için nükteli ve esprili bir üslûp seçmiş ve onu fevkalâde başarılı bir biçimde denemiştir.

Evsâf-ı İstanbul’u biraz daha detaylı tanıtalım:

Eser bir mukaddime ve 6 fasıl (bölüm) üzere tertip edilmiştir. Mukaddimede tevhid, na’t ve dua vardır.

Birinci fasılda; Latîfî, gençlik hevesiyle görme arzusuna kapıldığı ve seyrine doyamadığı bu şehre bin bir müşkülât ile geldiğini anlattıktan sonra iki deniz arasında şâhane bir inciye benzettiği İstanbul’un güzelliklerine temas etmiştir. Onun amacı da zaten burayı göremeyenlere görmüş gibi tanıtacak bir eser yazmaktır. Bölümün sonunda İstanbul’un kuruluş tarihlerinden ve menkıbelerinden topladığı bilgileri verir ve fetihten sonra yapılan imar faaliyetlerinden söz eder.

İkinci bölümde; şehrin zenginliği, büyüklüğü ve güzelliği yanında içtimaî hayatına da temas eder. Özellikle insanların yaşayışına dair görüşlerini, kalabalığını, çarşılardaki alışverişin canlılığını tatlı ve akıcı bir üslûpla anlatır. Ancak sözünü ettiği her hususun sonunda o konudaki olumsuzluklara da temas eder. Bu meyanda kimsenin kimseye yardım etmemesinden, dünya işlerine dalıp âhireti düşünmediklerinden, satıcıların hilelerinden, şeytanlığın mârifet sayılmasından mübalâğalı sözlerle şikâyet eder.

Üçüncü bölümde; saray ve devlet teşkilâtı hakkında bilgiler verir. Sarayın güzelliğini, devlet idaresinin işleyişini, suçluların mutlak cezalandırıldığını anlattıktan sonra mansıb (devlet memuriyeti, makam) vermede ve almada kuralların neler olduğuna temas edip döneminde mansıb almada rüşvetin yaygınlaştığına;

Sana mansıb gerekse sîm ü zer gör
Kuru torbaya zîrâ at tutulmaz4

gibi, atasözlerinin de yer aldığı beyitlerle dikkat çekmeye çalışır.

Dördüncü bölümde; İstanbul’un sayısız camileri arasında Ayasofya ve Fatih Camilerinin eşi ve benzeri olmadığından söz ederek onları ayrı ayrı tanıtır. Onun için Ayasofya Vilâyet-i Rum’un Kâbe-i Ulyâsı gibidir. Evliya ve etkıya mahallidir. Öyle heybetlidir ki dağlar gibi vakarlı, kubbeleri gökyüzü gibi yüksek, her tarafı parlak ve nakışlı mermerlerle süslüdür. Burada melekler saf tutmuş, her köşesinde mü’minler Allâh’ı zikreder, her tarafında vaizler devamlı nasihat ederler. Onun şöhreti ufukları aşmıştır. Latîfî benzer ifadelerle Fatih Camii’ni de anlatırken;

Ey namâzı şehr-i İstanbul’da dahı kılmayan
Ehl-i İslâm’ım deyu dâvâ-yı İslâm etme hiç5

diyerek İstanbul’da namaz kılmamış olanın; «Ehl-i İslâm’ım!» diye din dâvâsında bulunamayacağı gibi mübalâğalı sözler sarf eder. Bu iki caminin tanıtımının ardından Semaniye Medresesi ve Sultan Mehmed imaretini tanıtmış, ehlullah ve ehl-i riyâdan söz etmiştir.

Beşinci bölümde; bedesten, çarşılar, dükkânlar, evler ve köşkleri tanıtmıştır. Güzellerinden ve onlardan murat alan ve alamayanlarından söz etmiştir.

Altıncı bölümde ise; İstanbul’un meşhur semtleri Tahtü’l-Kal’a (Tahtakale), Tophane, Galata, Kâğıthane, Eyüp’ü tanıtmıştır. Latîfî bu mukaddes beldenin âdeta bir Kâbe-i Rum olarak anıldığını söyler. II. Sultan Mehmed bu beldeyi kâfirlerin elinden kurtarmak üzere kuşattığı sırada o nur yüzlü Akşemseddin, o mukaddes velîyi o mâhut makamda bedeni kanlara bulanmış olarak bulmuş, sonra durumu padişaha bildirmiş, Sultan Mehmed de onun şânına uygun bir türbe yaptırmış ve etrafını cami ve mescidlerle tezyin etmiştir.

Ol eshâb-ı kibârın iftihârı
Güzîn-i enbiyânın bellü yâri

Tutarlar Kâbe gibi bâr-gâhın
Kaparlar sürme gibi hâk-râhın

Cihan sultanlarının kıblegâhı
Zühal kandîlinin dûd-ı siyâhı6

Latîfî Eyüp Sultan türbesine halkın rağbetini anlattığı bir sırada

Binmiş gider bu halkın ölüsü dirisine

şeklinde mânidar bir tespitte bulunur.

Evsâf-ı İstanbul’un sonlarına doğru Latîfî okuyuculara şöyle nasihat eder: “Bu kesret içinde vahdette ve Allah mahabbetinde kalan âriftir… Kendini nefs-i hevâ putlarından kurtarabilenler gönüllerini Ayasofya gibi zikrullah ile dolduranlar, Hazret-i Eyyûb-i Ensârî gibi canını Allah yoluna adayanlar izzet içinde olurlar. İllâ bin kocadan arta kalmış bir gelin gibi dolmuş boşalmış olan bu İstanbul’un zevklerine aldanıp gaflet içinde, ıyş ü nûşun lezzetiyle ömür sürenler, gurur ve fahr içinde birkaç günlük ömrün mal ve mülkü ile mağrur olanlar ve bilhassa fakr ü fenâ ehlini hor görenler şeytana kapılanlar için ebedî saadet yoktur… Dünyanın mal ü menâli geçicidir. Misafirhanede misafir gibi kalıp âhiret zahîresini toplamak lâzım gelir. Hiç umulmadık bir anda gelecek olan ecele hazır bulunmak gerek.”7

Devlet anın ki kendüyü dünyâya vermedi
Dehr-i deniyye meyl ü mahabbet hatâ imiş8

Evsâf-ı İstanbul’unda Latîfî yalın bir tasvirin ötesinde güzelliğin yanında çirkinlikten; adaletin yanında haksızlıktan, rüşvetten; ehl-i îman yanında riyakârlardan, düzeni bozan kalabalıktan ilh. söz ederek beğendikleriyle beraber beğenmediği hususları da akıcı ve nükteli bir üslûpla dile getirmiş ve tenkit etmiştir. Bu tavrının sebebini nasihat dinlemeyecek halkı dâne vü dâm misali çekip kitabı okuyanları bu yolla İstanbul’un aldatıcı güzelliklerine sihir ve efsununa aldanmaktan korumak olduğunu belirtir.

1 Latîfî, Evsâf-ı İstanbul, haz. Nermin SUNER (Pekin), İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., İstanbul 1977, s. 9
2 Latîfî, a.g.e., s. 26.
3 Latîfî, a.g.e., s. 10.
4 Latîfî, a.g.e.,s. 19.
5 Latîfî, a.g.e., s. 34.
6 Latîfî, a.g.e., s. 63.
7 Latîfî, a.g.e., s. 74.
8 Latîfî, a.g.e., s. 77.