Cennet Müjdesi 5 KAYBOLAN DEVE

Ali HÜSREVOĞLU

Sâbit bin Kays -radıyallâhu anh-’ın güzel hasletlerinden biri de kendisine yapılan iyiliği unutmaması ve yeri geldiğinde onu zikretmeyi bilmesiydi. İşte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Sa‘d bin Ubâde ile yaşadığı şu hâtırada da öyle olmuştu:

Hazret-i Sâbit, Veda Haccı’nda Rasûlullâh’ın yakınında ve hizmetinde idi. Efendimiz’in sefer için hazırlanmış devesinin kaybolduğunu duyunca, Sa‘d bin Ubâde ile oğlu Kays, hemen azık ve eşya yüklenmiş başka bir deve getirdiler. Bir yandan da kayıp deveyi aramaya koyuldular. Birazdan Rasûl-i Ekrem’in devesi döndü. Sa‘d dedi ki:

“–Ya Rasûlâllah, devenizin kaybolduğunu duymuştuk. Onun yerine bu deveyi hazırlayıp getirdik.”

Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurdu ki:

“–Allah devemizi geri verdi. Siz devenizle dönebilirsiniz, size mübarek olsun. Ey Ebû Sâbit*, Medine’ye geldiğimizden beri bize gösterdiğin misafirperverlik yetmez mi?”

Sa‘d dedi ki:

“–Asıl biz Allah ve Rasû-lü’ne minnettarız. Allâh’a yemin olsun ki ey Allâh’ın Rasûlü, mallarımızdan alman, bizim için bırakmandan daha sevimlidir.”

Bunun üzerine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“–Doğrusun ey Ebû Sâbit! Müjdeler olsun ki felâha erdin. Ahlâk / huylar Allâh’ın tasarrufundadır. Allah bunlardan güzel huyları kime dilerse ona verir. Cenâb-ı Hak, gerçekten sana güzel bir ahlâk vermiş.”

Sa‘d -radıyallâhu anh-:

“–Allâh’a hamd ederim ki O böyle yaptı.” dedi.

Bu konuşmaya şahit olan Sâbit bin Kays da dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah, Sa‘d’ın sülâlesi câhiliye döneminde bizim efendilerimizdi ve kıtlık günlerinde yemek yedirmekten mutlu olurlardı.”

Rasûlullah buyurdu ki:

“–İnsanlar madenler gibidir. İslâm’ı anlayıp da istikamette oldukları sürece câhiliye döneminin iyileri, İslâm döneminde de iyilerdir.”

RASÛLULLÂH’IN HATİBİ SÂBİT BİN KAYS

Sâbit bin Kays, Allah Rasû-lü’nün ve ensârın hatibi idi. Babası Kays bin Şemmâs hitabetinin tesiriyle meşhurdu. Sâbit, babasının hitabetteki belâgatini, lisanındaki fesahatini, yani ifade kuvvet ve güzelliğini tevarüs etmişti. Sâbit bin Kays, Müslümanlığını ilân ettiği andan itibaren kılıcını ve dilini İslâm’ın ve Müslümanların hizmetine adamıştı. Gerçekten onun lisanı mükemmel kullanışındaki güzellik, savaşta kılıç kullanma ustalığından daha az değildi. Dil, o günün şartlarında en başarılı iletişim araçlarından biriydi. Bunun derecesini anlamak için, İslâm ve edebiyat tarihinde hitabetin ve şiirin önemine bakmak, yeterlidir.

O dönemde, yılın belirli günlerinde, panayırlarda hatipler ve şairler kendi kabilelerinin tarihinden, şeref sebebi olan özelliklerinden bahsederlerdi. Bir başka kabileye karşı iftihar konularını çoğaltma yarışına girerlerdi. İslâm geldikten sonra hitabet önemini korudu. Hattâ daha da önem kazandı. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hitabeti insanları dosdoğru tevhide çağırmak için vasıta olarak kullandı. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, özellikle panayırlarda insanlara hitap ediyor, onları Rabbi’nin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırıyordu. Hicretten sonra da hitabet hususî yerini korudu. Cuma ve bayram namazlarının hutbelerinde, hac mevsimlerinde ve bazı münasebetlerde hitabetin tartışılmaz bir yeri vardır.

İslâm tarihinde şiirin de tartışılmaz bir yeri vardır. İbn-i Sîrîn diyor ki:

“Bir dönemin Müslüman şairleri Hassân bin Sâbit, Abdullah bin Revâha ve Kâ‘b bin Mâlik idi. Bunlardan Kâ‘b, muhaliflere savaş korkusu yayar, İbn-i Revâha muhaliflerini küfürde kalmakla kınar, Hassân da İslâm düşmanlarının soylarıyla uğraşırdı.”

Hitabet, şiiri geçemediyse de önem bakımından ondan geri kalmadı. Çünkü hatibin aklına hâkim, sinirleri sakin, konuya uygun kelimeleri seçmekte usta, gür sesli ve muhtemel durumlar için cevaplarının hazır olması gerekir.

İşte Sâbit bin Kays -radıyallâhu anh-’da bu özelliklerin tümü mevcuttu. Bu özelliklerin yanı sıra Müslümanlığındaki sadakat ve samimiyeti sebebiyle, Âlemlere Rahmet Efendimiz, Hazret-i Hassân’ı şairi olarak kabul ettiği gibi Sâbit’i de hatibi ilân etmişti.

Elçiler yılı olarak bilinen hicretin dokuzuncu yılında, insanlar Allâh’ın dinine kitleler hâlinde girmeye başladılar. Bu sırada çeşitli kabilelerden gelen elçiler de topluluklarını temsilen İslâm’a girdiklerini ve bu dinin sancağı altında yerlerini aldıklarını arz etmek için Medine’ye geliyorlardı. Hak Elçisi -aleyhisselâm-, bu heyetleri hüsnükabulle karşılıyor, onları Medine’deki misafirhanelerde gönül genişliğiyle konuk edip ağırlıyordu. Bu esnada İslâm’ın güzelliklerini açıklama fırsatını yakalamış oluyordu.

Habîbullah Efendimiz, münasebet düştükçe gelen elçilerle lâtifeleşir, İslâm’ın temel kurallarına aykırı düşmeyecek şekilde onların bazı geleneklerine uyum gösterirdi. Çöl hayatının acımasızlığının ve câhiliye döneminin itici katılığının onlar üzerinde bıraktığı tesirlerden kaynaklanan kaba davranışlarını da görmezden gelirdi. Çünkü yılların birikiminin kısa zamanda düzelmesi imkânsızdı. Meselâ bunlardan biri şöyle oldu:

TEMİM KABİLESİ ELÇİLERİ

Temim kabilesi elçileri Rasûlullah ile görüşmeye tam öğle sıcağının kızıştığı vakitte geldiler. Bu saatte sıcak ülkelerde yaşayan herkes gibi Rasûlullah da mübarek hanelerinden birinde istirahat ediyordu. Bu bölge için öğle sıcağı, ılıman iklimdeki ülkelerdeki gece yarısı gibi istirahat vaktidir. Onlar mescide doluştular, Efendimiz’in mübarek hücreleri civarında yüksek sesle bağırıp çağırmaya başladılar:

“–Ey Muhammed! Haydi karşımıza çık! Bizim övgümüz övdüğümüz kişi için bir süs, yergimiz de o kişi için bir utançtır!..”

Rasûlullah bulunduğu yerden:

“–Bu dediğiniz Allâh’ın övgüsü ve yergisi için doğrudur.” buyurdu. Bunlar bağırıp çağırmaya devam ettiler ve Allah Rasûlü bundan çok rahatsız oldu. Fakat bunların bu sorumsuz ve kaba davranışları, Peygamber Efendimiz’in bunlar karşısına çıkmasına ve onların talep ettikleri övünme yarışının düzenlenmesine engel olmadı. Gerçi İslâm, eski atalarla, soy-sopla övünmeyi yasaklamıştı ama Temim elçileri henüz bunu bilmiyorlardı. Rasûlullah yanlarına çıkınca dediler ki:

“–Ey Muhammed, biz Sana karşı övünmeye, Sen’inle boy ölçüşmeye geldik. Bizim şairimize ve hatibimize izin ver!”

Hazret-i Peygamber:

“–Hatibinize izin verdim. Söylesin bakalım!” buyurdu. Bunun üzerine hatipleri Utârid bin Hâcib kalktı, söze başladı:

“–Üzerimizde fazlı ve minneti olan Allâh’a hamdolsun ki buna lâyık O’dur. Bizi hükümdarlar eyledi. Bize çok mallar verdi ve biz bu mallarla iyilikler yapıyoruz. Bizi doğuluların en üstünleri yaptı, en çok sayıda olanlarından kıldı ve en tedarikli olanlarından yaptı. İnsanlar içinde bizim gibi kim olabilir? İnsanların yöneticileri ve onların üstünleri biz değil miyiz? Kim bizimle boy ölçüşmek istiyorsa bizim saydıklarımızın benzerini sayıp döksün. Eğer biz dilersek sözü daha çoğaltabiliriz. Fakat gereksiz uzatmadan çekiniyoruz ve biz böyle tanınıyoruz. Bir benzerini söylemeniz ve bundan daha üstününü göstermeniz için sözümüz bu kadardır.” deyip oturdu.

Allah Rasûlü, Sâbit bin Kays’a:

“–Kalk, bu adamın hitabesine cevap ver!” buyurdu.

Sâbit bin Kays -radıyallâhu anh- kalkıp sözü aldı:

“Allâh’a hamdolsun ki gökler ve yerler onun yarattığıdır. Buralarda sözünü geçirmiş, hükmünü yürütmüştür. İlmi, yönetme kudretine dâhildir ve O’nun fazlından olmayan hiçbir şey yoktur.

Sonra kudretinin alâmetle-rinden biri, bizi hükümdar kılması ve yarattıklarının en iyileri içinden peygamber seçmesi, o peygamberi de soyca en şerefli, sözce en doğru, toplum içinde itibar yönünden en üstün kılmasıdır. O’na kitap indirmiş ve yarattıkları konusunda O’na güvenmiştir. Bu sayede O, bütün âlemlerde Allâh’ın seçtiği kişidir.

Sonra insanları O’na inanmaya çağırmış, kendi toplumundan muhacirler ve akrabalarından bazıları O’na îman etmişlerdir. Bunlar insanların en itibarlıları, insanların en güzel yüzlüleri ve yaptıkları işler bakımından en iyileridir. Sonra onlar halk içinde çağrıyı en önce kabul edenler olmuşlardır.

Rasûlullah bizi çağırdığında biz de kabul ettik. İşte biz Allâh’ın ensârı (yardımcıları), Peygamber’inin vezirleriyiz ve insanlar Allâh’a inanıncaya kadar onlarla savaşacağız. Allâh’a ve Rasûlü’ne inanan, malını ve kanını korumuş olur. Kâfirle sonuna kadar savaşırız. Onu ortadan kaldırmak bize kolaydır. Sözüm bu kadardır. Kendim ve sizin için, bütün mü’minler ve mü’mineler için Allah’tan mağfiret dilerim. Vesselâm.”

Zeberkān bin Bedr, Temim kabilesinin şairine:

“–Kalk, sen de kendi faziletini ve kabilenin üstünlüklerini öne çıkaran bir şiir söyle!” deyince şair sözü aldı:

“–Biz öyle şereflileriz ki, dengimiz yoktur. Hükümdarlar vardır bizden ve ibadethaneler dikmişizdir. Çevremizdeki kabileleri baskınlarla ne kadar zora sokmuşuzdur. Gücün varsa boyun eğdirirsin. Biz bir toplumla boy ölçüşürsek karşımızdakilerin bize baş kesmekten/teslim olmaktan başka seçeneği yoktur. Bu konuda bizimle tartışanı şöyle bir yoklarız. Sonra karşımızdaki geldiği yere döner. Bizim nâm u şânımız ise dillere destandır. Biz bu konuda direttik. Bizim karşımızda ise kimse diretemez. Biz, böbürlendiğimiz zaman yüceliriz.”

Temim’in şairi inşâdını bitirdiği zaman Rasûlullah Hassân bin Sâbit’e:

“–Kalk ey Hassân, bu adamın sözüne cevap ver!” buyurdu. Hassân -radıyallâhu anh-, aynı vezinde cevap vermek üzere sözü aldı:

“–Fihr’den ve kardeşlerinden olanlar, insanların uyması gereken âdetleri koyup gitmişlerdir. Onlar savaştıkları zaman düşmanlarını zarara uğratabilenlerdir. Veya kendilerinden olanlara iyilik etmek isterlerse bunu da başarırlar. Aklın varsa onlara düşmanlığı bırak. Çünkü onlarla savaşmak zehir içmek veya zehirli bir ot yemek gibidir.

Herkes bir başka hevâya düştüğünde Rasûlullah’ın kavmi ve yakınları ne güzel insanlardır! Onlar bütün kabilelerin en üstün insanlarıdır. İnsanlarla ister ciddî konuşsunlar, ister şaka yapsınlar…”

Hassân bin Sâbit sözünü bitirince Akra‘ bin Hâbis dedi ki:

“–Babama yemin olsun ki bu iş (Hazret-i Peygamber’i kastederek) bu adama verilmiştir. Hatibi bizim hatibimizden üstün, şairi bizim şairimizden etkili, sesleri de bizimkilerin seslerinden gür!”

Temim heyeti, yarışma bitince Müslüman oldular. Allah Rasûlü yarışmacılara değerli mükâfatlar verdi. O gün Hazret-i Peygamber ve ashâbı Sâbit bin Kays’ın hitabetinden ve Hassân bin Sâbit’in şiirinden dolayı memnun oldular.

* Sa’d bin Ubâde’nin künyesi.