RÖPORTAJ Ahmet SERİM Kimdir?

 

1962 Konya doğumlu Ahmet SERİM… İlk ve orta öğrenimini Konya’da yaptı. Evli ve iki çocuk babası olan Ahmet SERİM, Konya’da ikamet ediyor ve yıllardır ahşap sanatları üzerine çalışıyor.

Ahmet SERİM’in sahibi olduğu ASD Ahşap, Konya’da 1988 yılında As Dekor olarak kuruldu, 2005 yılından itibaren tescilli ASD Ahşap markası altında; mobilya, tasarım, proje ve ahşap işlerinde faaliyet göstermektedir. Firma 1995 yılından itibaren Osmanlı ahşap sanatını elektronik ortamda günümüze taşıma çalışmalarında yoğunlaştı. Bu sebeple en çok cami dekorasyonu alanında faaliyette.

Kündekârî kapı, kürsi ve müezzinlikler, mukarnas örgülü mihrap ve minberler gibi ürünler, orijinal Osmanlı motiflerine sadık kalınarak üretiliyor. İhracata ağırlık veren firma, Konya’da 800 metrekare kapalı alanda, 15 adet ehil personelle yurtiçi ve dışından birçok talebe cevap vermeye çalışıyor.

HER AÇIDAN BAŞKA GÜZEL!

Mukarnas-Kündekârî Sanatları Teknoloji ile Buluştu.

Yüzakı: Sizin bu ahşapla iç içeliğiniz hangi yaşlarda başladı?

Ahmet SERİM: Rahmetli annem söylerdi; üç yaşında evde çivi çakmadık kapı-pencere bırakmamışım. Elimde bir çekiç. İlkokula gitmeden model uçak yapar uçururdum.

Yüzakı: Mukarnasa nasıl başladınız, sizi cezbeden ne oldu?

Ahmet SERİM: Mukarnastaki ihtişam, derinlik yani görünenin arkasındaki görünmeyenler, küçük yaşlarda beni cezbetti. Malûm bir cismin bir görünen yüzü vardır. Bir de görünmeyen yüzü. Bu sanatta beni cezbeden, hayran bırakan ve onunla bu kadar meşgul olmama sebep olan şey; bu, görünmeyene ulaşma arzusu. Fakat görünmeyene ulaşabilmek için önce görüneni çözmek gerekiyordu.

Yüzakı: Yani görünen, görünmeyenin bir vitrini gibidir.

Ahmet SERİM: Evet, o şekilde başladık. Önce tarihî eserlerde, başta camilerimiz, kervansaraylar, hanlar, hamamlar gibi eserlerdeki sütun başlıklarını, köşe dönüşlerini, özellikle o âhengi, o üslûbu… bütün bunları seyretmeyle başladık. Bu ilgi zamanla hobiye dönüştü. Hobi derken çalışmalara dönüştü. Çalışmalar sonucunda bugünkü merhalelere geldik. Fakat yolun sonuna gelmiş değiliz. Daha kat’ edeceğimiz merhaleler var.

Yüzakı: Okuyucuyu bilgilendirmek açısından önce mukarnası tarif eder misiniz?

Ahmet SERİM: Mukarnas görünüş itibarıyla geometrik şekiller… Bir satıhtan dışa doğru, tabaka tabaka yükselen, bindirme şekiller. İç mimarîde en önemli vazifesi akustiği sağlamak. Özellikle de Mimar Sinan üstadımızın ses akustiğinde kullandığı başlıca şekil. Birçok camide -ki Edirne Selimiye Camii bunların en meşhuru, halk açısından en bilineni- imam-hatip veya müezzin efendi okurken, sesin her tarafa yansımasına akustik diyoruz.

Meşhurdur; Mimar Sinan, inşaatın yavaşlığı iddiasıyla hünkâra şikâyet ediliyor. Sultan geliyor bakıyor ki, üstad camide oturmuş nargile fokurdatmakta. Padişah gazaplanıp;

“–Usta, ne yapıyorsun?” deyince, bir rivayete göre Mimar Sinan eliyle işaret ediyor:

“–Bakarsanız nargilede tömbeki olmadığını göreceksiniz. Bununla ses ayarını yapıyorum,” diyor. Bugünkü tabirle ses akustiğini sağlıyor.

İşte mukarnas görünüşte geometrik şekillerden ibaret. Ama böyle görünmeyen bir vazifesi var. Bu sebeple kubbe altlarına, direk altlarına yerleştiriliyor.

Mukarnasta asıl görünenin arkasında görünmeyenler var, ama görünende de çok şeyler gizli. Çok şeyler ifade ediyor.

Yüzakı: Sanatkârın bakışı, sanatta bir başka güzellik ortaya çıkarıyor, o güzelliğin arka plânında sanatkârın yakaladığı bir dünya var. Siz burada neler yakaladınız, neleri ortaya koymak mümkün oldu?

Ahmet SERİM: Aslında yakalamaya, çözmeye çalıştığımız demek daha doğru… Önce her merhalesinde tasavvufu gördüm. Tasavvufun pek çok tarifi yapılabilir. Ancak en kısası, en özü; Cenâb-ı Hakk’a teslimiyet…

Mukarnasın her noktasında, her şeklinde, her karesinde evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini hissettim. Allâh’ın yaratış sırlarını hissettim. Hangi noktasına bakarsanız bakın, bambaşka bir âhenk var. Saatlerce bakıyoruz, seyrediyoruz, değişik şekiller gözümüze geliyor.

Kündekârî de böyle. Tarihî eserlerde, kapı, minber, mihrap, vaiz kürsüsü ve müezzin mahfillerindeki işlemelere baktıkça işin içindekilere bir film karesi gibi peş peşe değişik şekiller, değişik görüntüler arz olunuyor. Benim en çok yakaladığım ve hayran olduğum nokta burası…

Üretim noktasına geldiğimiz zaman bir başka tasavvufî ders çıkıyor. Bu güzelliğin kolayca elde edilmediğini; Mevlânâ Hazretleri’nin; «Hamdım, piştim, yandım.» ifadesinde olduğu gibi merhale merhale geliştiğini, pişe pişe, kaynaya kaynaya, incele incele oluştuğunu anlıyorsunuz.

Sanatkâr incelmeden bu inceliği yakalayamıyor.

Bu eserlerde ilk bakışta büyük bir karmaşa var, ama karmaşa derken âhenksizlik değil; yoğunluk var, kesret var. Sonra o yoğunluk inceliyor inceliyor bir vahdet noktasında son buluyor. O vahdet noktasında Cenâb-ı Hakk’ın varlığı, birliği, her şeye hâkimiyeti, sonsuz kudreti, sonsuz ihtişamı… görünüyor. Daha neler neler ama buna kelimeler yetmez. Ben bunu açıklayacak kadar da kelime haznesine, kelime bilgisine sahip değilim.

Ben kendimi bu ilim ve sanat fırtınasında sallanan bir söğüt yaprağı gibi hissediyorum. Bir fırtınayı düşünün ve fırtınanın içerisinde oraya-buraya uçuşan bir söğüt yaprağı. Ne kadar hükmü olursa, bizdeki bilgi, ilim veya geldiğimiz nokta da o kadar. Öyle hissetmek zorundayım.

Yüzakı: Bu sanatın ayrıntıları hakkında da bilgi edinsek; meselâ; şu mukarnas ne kadar zaman alıyor?

Ahmet SERİM: El üretimiyle bir mukarnası tamamlayabilmek altı ayımı alıyor.

Yüzakı: Altı aylık çileye sabır gösterecek, şevk noktası nedir?

Ahmet SERİM: Buna «aşırı bir teslimiyet» diye cevap verebilirim. Tarif edilemeyecek kadar bir bağlılık. Sonra mânevî bir zevk, bir haz var ki tarifi çok zor. Kesretten, vahdete varış seyri… Hayatı oradan oraya çekiş, yükseliş. Eserin rûhunu yaparken yaşıyorsunuz. Başlangıçta her şey karmaşık, sonra sonra bütün tek bir yapı çıkıyor.

Öyle bir ürün çıkıyor ki, o tek bir yapıda, hangi yönden bakarsanız o yapı size cevap veriyor. O yapıya karşı cepheden bakıyorsunuz, başka bir mânâ veriyor, yatırıyorsunuz bir başka -mukarnasın en önemli yönlerinden birisi alttan bakışı da vardır bir minaredeki şerefenin altından bakma gibi-, yan cephesinden bir başka… çok farklı mânâlar ortaya çıkıyor.

Yüzakı: Mukarnas sanatındaki şekillerin sırrı ne, nasıl bir mantıkla bu şekiller yapılıyor?

Ahmet SERİM: Bu şekiller benim düşünceme göre ilâhî bir sanat. İnsanın katkısı tamamen vesile olmaktan ibaret. Cenâb-ı Hak, nûrunu tamamlayacak ama, sanatkâr arada bir kablo, bir köprü oluyor. Ben şahsen öyle anlıyorum.

Yüzakı: Peki bu köprü olma noktasına ne kadar zamanda geliniyor. Siz ne kadar zamanda geldiniz?

Ahmet SERİM: Ben şahsen ancak 25 yılın sonunda mukarnas üretimini gerçekleştirebildim. Takribî 25 yıl araştırma, inceleme, her görülen eserden kazanılan ayrı bir derinlik, ayrı bir intibâ… Bunların arasında bir bağ kurma, o bağı kendi ustalığınızla hamur edip, kendi beyninizde birleştirip, ondan sonra melekeleşmiş elleriniz sayesinde bir ürüne aktarabilme. Geçiş, köprülük burada zaten. Ama bu aktarımı 25 yıl sürdü.

Yüzakı: Bu noktada bir hocanız oldu mu?

Ahmet SERİM: Bir hocamız olmadı, öyle bir şerefe nâil olamadık. Bu işin üstadı olan mimar arkadaşlarla irtibatımız olmadı. Fakat 2000 yılında Mimar Hilmi ŞENALP Beyin Konya’da bir camimizin yapımı için geldiklerinde bizzat verdikleri projenin çok büyük desteği oldu.

O proje bize başlangıç oldu. Bu başlangıcı altı yıllık bir çalışmayla icraata döktük. Tamamen el ürünü olarak. Bu altı yıldan sonra Mahmut KİRAZOĞLU Beyin Konya’ya teşriflerinde özellikle burayı gösterdik. Kendisi çok memnun oldu. Bize, dünyada mukarnas üzerine çalışan altı kişi tanıdığını, ikisinin vefat ettiğini, dört kişi kaldığını birinin kendisi, birinin Hilmi ŞENALP Bey olduğunu söyledi. İki kişiden daha bahsetti. Şu an hatırımda değil. Mukarnası bilen başka kimse yok. Dünyada bir elin parmağı kadar, bu işi yapan ve bilenler, bu kadar nadide.

Ben kendisine bu projemi açtım. Hattâ o an gözümün önünde. «Bunu makineye aktarabilir miyiz, CNC ortama?» diye sordum. Çünkü insanın altı aylık bir zamanını alıyor sadece o mukarnası işleyebilmek. Değişik birçok parçadan oluşuyor. Taş gibi tek parçadan işleyemiyorsun, ağacın çalışma, reaksiyon meselesi var. Uzun yıllar sonra göstereceği reaksiyon, açmalar… buna benzer aralarında boşluk bırakmasının hesaplarını yapmak zorundasın. Ağaç, canlı olduğu, nefes aldığı için, taş gibi değildir. Yönü, tarafı vardır. Ters taraftan gelirseniz iş tahmin edemeyeceğiniz bir karşılık verir.

Tıpkı bir çocuk gibi; çocuğa kızarsınız ağlar, seversiniz, bir şeker verirsiniz çocuk gülmeye başlar. Ağacı o hassas noktada kırdığınız anda tamiri mümkün değildir. Başa dönmeniz lâzım. Ahşap malzemede böyle bir incelik var. Biz bu proje safhasıyla beraber, mukarnası elektronik boyuta aktarmaya yoğunlaştık. Bu son beş yılda Mevlâ lütfetti, şu anda makineye aktarmış bulunuyoruz. CNC ortamında şimdi istediğimiz mukarnas boyutunu eksiklerimiz olmasına rağmen rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Yani altı aylık ürünü şu anda 15-20 günde bitirebiliyoruz.

Makinede ilk üretimimizi yaptık. Hattâ birisi Grozni’ye gidecek. Çeçenistan’ın başkentinde 2500 metrekare, 8-10 bin kişilik bir cemaati alabilecek büyüklükte bir eserin kapıları, pencereleri, alt kattaki mihrabı, dokuz tane taç kapısı, lambrileri bitme noktasında.

Yüzakı: Makineye aktarılmış şekli dünyada ilk mi?

Ahmet SERİM: Makineye aktarılmış şekli ilk. Bildiğimiz kadarıyla dünyada ilkiz.

Yüzakı: Peki mukarnasın ömrü nedir? Ağacın reaksiyonundan bahsettiniz…

Ahmet SERİM: Uzun ömürlü olmasından dolayı ecdadımız gibi meşe ve ceviz kullanıyoruz. İthal kereste de kullanabiliyoruz. Ağacı işlemesini bildikten sonra uzun ömür meselesinin önü açık. Çünkü ağacın kendi tabiî yapısıyla beraber işlemenin de büyük bir rolü var. Ağaca yaklaşmak, ağaca şekil vermek, ağacın dilinden anlamak… Bu durumda da meşe sıkıntılı fakat reçine bakımından çok müstesnâ bir ağaç. Meselâ İstanbul’umuzda birçok tarihî eser restore edildi; sağ olsunlar ehil kişiler restore ediyorlar. Tuzlu suyun içinde yatmış pencere, kapı kanatları vardır. Baktığınız zaman simsiyah çürümüş gibi görürsünüz. Haddizâtında çürümüş değildir. Satıhtan beş milimetre alın, altı, ağacın ilk işlendiği hâldeki gibi tertemiz çıkar. Bu içerisindeki tabiî, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bir hususiyet. Biz buna reçine deriz. Ağacın içerisindeki sağlamlık, özündeki molekül yapısı da denilebilir. Bir de emekle bütünleştiği zaman ortaya uzun ömürlü, mükemmel bir ürün çıkıyor.

Malûm bir eserin oluşabilmesi için dört ana madde var:

1. Proje, 2. İşçilik, 3. Malzeme, 4. Ekonomi.

Yani bu dört ayak üzerinde. Hiçbiri eksik olmamalı. Bu dört malzeme olduğu zaman eser ortaya çıkıyor. Halk arasında şöyle bir ifade var. «Günümüzde Sinanlar var, Süleymanlar yok.» Aslında bugün de var ama karşılığını vermek gerekiyor. Ekonomiye bağlı olarak uzun emek ve çaba isteyen bir iş. Onun için de maliyeti biraz ağır oluyor. Bu bir sıkıntı.

Hâdiseye bu maddiyat açısından yaklaştığımız zaman bir bocalama devrini yaşıyoruz şu anda. Maliyet ağır, satış cüz’î. Sanatkârın da malûm yaşaması gerekiyor. Belli masrafları var. Bizi makineye yönelten bir saik de bu oldu açıkçası.

Bu sebeple hedeflerimizinden birisi de şuydu: Ecdadımızın motifini, eserini, âhengi bozmadan günümüz teknolojisini kullanarak meydana getirmek ve böylece maliyeti indirmek. Sanatı da bu şekilde yaşatmak.

Yüzakı: El yapımı ile makine yapımı arasında ne fark ediyor?

Ahmet SERİM: El yapımı ile makine yapımı arasında şu fark var: Makine ile yapıldığında hata oranı sıfırlara kadar iniyor. Bunu kabul etmek lâzım. Ama el yapımında çok nadir sanatkârların görebileceği bazı hatalar oluyor, diğer yönden pek bir fark yok. Değer bakımından farklılıklar var. Elde olan uzun bir emeğin mahsulü olduğu için maliyeti yüksek, çünkü işçilik pahalı. Nadide olan, insanın elinde ürettiği şeydir. Makine ile arasında bu tür farklar var.

Yüzakı: Sıcaklık farkı yani… Peki işin zorluk, kolaylık noktası itibarıyla ne gibi sırları var. Biri çıkıp ben bunu kolayca yaparım, diyebilir mi?

Ahmet SERİM: Birçok arkadaşımız hevesleniyor. Bazen gizli-kaçak çalışma atölyemize gelirler. «Hiç öyle yapmayın.» derim. «Proje bizde, takıldığın yerde ben destek olacağım sana, bildiğim kadarıyla.» Bu işin tasavvuf boyutu olduğu için o tür yaklaşımlarla sonuca varılması imkânsız diyebilirim. Öyle göz hırsızlığıyla, «bu işin getirisi fazlaymış» yaklaşımıyla değil.

Önce inanacaksın. Tasavvufî boyutta önce inanacaksın. «Ben işe nasıl katkıda bulanabilirim, dünden bugüne miras gelen bu yapı yarına ulaştırılırken benim ne katkım olabilir?» düsturu ile işe başlarsan kademe kademe yol kat etmene müsaade var. Değilse olmaz. Benim tecrübem bu.

Yani bu işin kaygısı içerisinde maddeyi, dünyayı bırakacaksın. Maddeyi bırakırsan yol almana, sınıf geçmene müsaade ediliyor. Ama hâdiseye direkt olarak maddî olarak baktığında daha projesine baktığında başın dönüyor.

Yüzakı: Yani para kazanma kaygısı içerisinde böyle bir iş yapılmaz, diyorsunuz.

Ahmet SERİM: Evet, o, ikinci, üçüncü hattâ dördüncü plânda. Önce olayı gerçek mânâda hizmet boyutu ile yaklaşırsan, «Ben bu sanata, bu esere, bu yapıya nasıl katkıda bulunurum?» düşüncesinde olursan, bu fedakârlığa hazırsan, bunun karşılığını Mevlâ lütfediyor.

Meselâ; biz ilk eserimizde iki, iki buçuk yıl gibi bir süre meccânen hizmetle işe başladık. Etrafımdan; «Sende akıl yok, sen niye uğraşıyorsun?..» gibi tepkiler aldım.

Gönlümde, ufkumda bir şey vardı. Kendi camimizde de bir fırsat doğdu. Artık çıraklık devrimiz diyelim. Ondan öncekileri hiç saymıyoruz zaten. Mevlâ böyle bir imkân sundu, bir kapı açtı önümüze. Biz de buraya hizmet etme lütfuyla başladık.

Daha önce etrafımızdaki mimar ve mühendis arkadaşların yönlendirmesiyle dekorasyon, ihale gibi yine ahşapla ilgili işler yapıyorduk. Ama ufkumda eski eserlerdeki o mukarnas mihraplar, taç kapılar vardı. Taç kapının karşısına değil, altına durup yukarıya doğru bakacaksın. Mihraba yatıp tersinden bakacaksın o ince nokta, o derinlikler, sizi âdeta sinir sisteminizdeki birer şey gibi alıyor sizi o noktaya getiriyor. Ondan sonra gece uyumuyorsunuz. Siz uyuyorsunuz ama hâfıza onu böyle eliyor, süzüyor ondan sonra birikiminiz oluyor, onu işe yansıtıyorsunuz.

İşe yansıttığınız bölüm bütün değil, bütünün kaç yüzde biri ondan sonra ikinciye geçiyorsunuz. Başlangıçla bitimi bir bütünlük içerisinde…

Yüzakı: Güzel bir noktaya temas ettiniz. Buradaki teksifi nasıl sağlıyorsunuz?

Ahmet SERİM: Teksif noktasını merhale merhale kat ediyoruz. Bu işte; ufkundakini, zihindekini aktarma ânında, konsantrasyonu bozmadan o safhayı, o bölümü tamamlamak zorundasın. Tamamlayamazsan bir daha sıfırdan almak zorunda kalıyor, belki bir hafta-on gün, belki bir ay geriye gidiyorsun.

Fakat bu konsantrasyon, el üretiminde gerekli. Makinede buna gerek yok. Bir sefer programı yapılıyor. Programı yaparken bile beş yıl uğraştım. Benim arzu ettiğim noktaya ancak beş yılda geldi.

Mukarnas bir derya. Çok değişik şekilleri var. Çok değişik yolları var. Bir özü var bu işin, inşallah biz onu yakaladık. Anlatın derseniz anlatamam ama bir noktası, bir şifresi var bunun. Bir püf noktası var. Onu yakaladık. Oradan açıldık gidiyoruz. Nereye kadar gideriz, ne kadar gideriz bilemiyorum.

Meselâ makine ve el işiyle yaptığımız işlerin hepsinde minberlerin ön tacında özellikle mukarnası uygulamak istiyorum. Bu gayr-i ihtiyarî içimde bir ukde. Yani sıradan bir modern yapı değil de. Ecdadımızın, dedelerimizin uyguladığını oraya nakşetmek. Yani sözle anlatılanı şekle dökmek, şekil gibi görünüyor ama anlatmak istediğim bir ruh var burada, rûhu oraya yansıtmak istiyorum.

Yüzakı: Nedir, bu noktada sizin ruh dünyanızda var olan aksettirmek istedikleriniz?

Ahmet SERİM: Maddeye bağlı olmadan konuşuyorum. Bedel bazında konuşmuyorum yani, değerini almak açısından konuşmuyorum. Zaten ben maddede değerli bir şey tanımıyorum. Yaşamak için bir miktar olarak kabul ediyorum. Sanatın maddî bir değeri yoktur. Onu bilen bilir. Her yaptığımız işe bu rûhu yansıtmak istiyorum. Bu maddenin üzerine mânevî dünyamızı yansıtmak istiyorum.

Bunun için de ayrı bir şekil ve model arama ihtiyacını hiçbir zaman hissetmedim. Çünkü gördüğüm ve incelediğim kadarıyla ecdadımız bu sanatı zirvesine taşımış. Bizim kendi kendimize şekildi, motifti, bir takım arayışlara girmemizin hiçbir anlam ve mânâsı yok, bence. Zaten yapılanları çözmek bile 25 yılımı aldı. Yaptığımız, kopyacılık olarak görülse bile, onu uyarlayabilirsem ne mutlu bana diyorum.

Şimdi bazı eserler var. Ne bileyim, uzay çağı gibi şeyler çıkarmış bazı mimar arkadaşlar. Tabiî o da onun bakış penceresidir. Ona da bir şey diyemem. Ama bu rûhu, bu sıcaklığı vermiyor. Mümkün değil.

Çünkü ecdadın kemale erdirdiği ölçülerde bütün noktalar oturmuştur. Es geçilen milimetre bile yoktur. Her nokta; bir mantık, bir mânâ, bir âhenk içinde ve bir şeyler anlatıyor. Eğer rastgele tarafları olsaydı bu iş bu tarihe kadar yapanı ve öğreticisi çok olan bir sanat olurdu. Ayrıca dejenere olurdu. Yani bu sanatın olmazsa olmazları var. Mükemmeliyetçilik gerekiyor.

Herkesin sanat tarihi okuması gerektiğini düşünüyorum. Sanattan anlayan, sanat zevki olan insan, ayağını yere basarken ayağının altındaki yola bakmalı. Acaba ne var diye. Niçin? Acaba o taşı kimler koydu oraya? Hangi ruhla koydu, hangi emekleri verdi, hangi zamanını harcadı, hangi fedakârlıkta bulundu da onu o noktaya koydu ki; sen de onun üstüne basıyorsun. Hani şair diyor ya:

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı

Orada şühedâ için söylenmiş olan hususu, sanatta da söylemek lâzım.

Yüzakı: Projelerinize dönersek, gelecekte neler plânlıyorsunuz?

Ahmet SERİM: Kendi şehrimizde bulunan bir İnce Minare Müzesi, Larende’deki Taş Camii, oradaki taç kapı, Bursa Ulu Camii’nin minberi, bunlar hakikaten bu sanatın üst mevkiindeki eserler. Ama inşallah Mevlâ lütfedecek, bu tip işlere yaklaşacağız, onları da uygulamaya gayret edeceğiz. Şu anda kendimizi nerede görüyoruz sorusuna şöyle cevap verebilirim: ASD Ahşap daha birinci basamağa iki adet tuğla koydu. Yani daha ilk basamağı merhalelere böldük. Bölmek zorundayız. Bu tevazuu biz kaybedecek veya ihmal edecek olursak, zaten ilerleme olmaz. Biz, buna inanıyoruz ve bunu çalışan personele de aşılamış durumdayız.

Yüzakı: Bazı usta sanatkârlar sanatını saklar, kıskanır. Bu hususta sizin tavrınız nasıl?

Ahmet SERİM: Hiç öyle bir hisse kapılmadım. Bütün personelime bildiğim kadarını fazla fazla öğretme gayreti içerisindeyim ve onların yetişmesini istiyorum. Malûm ilim ve sanatta eleman veya kalfa ustayı geçmezse yarına çıkamaz, sanat ölür denmiştir.

Elimizde elhamdülillâh gelecek vaat eden gençler var. Özellikle bu gelecek vaat edenleri bırakmıyoruz. Şu anda 15 kişi ile imâlatı sürdürüyoruz. Fakat hedef 30 kişi.

Yüzakı: Peki bu sanatlarla ilgili bizimle paylaşmak istediğiniz özel hâtıralar, hususlar var mı?

Ahmet SERİM: İlk aklıma gelen taç kapılar. Bu kapıların kanatları çok ağırdır. Çünkü takribî üç metreye bir metre ebadında yekpare bir kanat. Alttan üstten özel bilyalarla çalıştırırız. Kilogram olarak iki kişinin kaldıracağı ağırlıktan çok çok ağır bir kütle.

Fakat gerek imâlatında, gerek montajında bizim göremediğimiz yardımcı eller vasıtasıyla bu kapı kalkıyor, bu kapı imal ediliyor ve bu kapı yerinde çalışıyor. Hafif bir güçle bu kapı çalışıyor. Bunu kim kaldırıyor? Bunu biz kaldırmıyoruz. Birçok yerde özellikle kündekârîde ve mukarnasta sık sık yaşadığımız enteresan bir hâldir.

Bazen imalâtın bir yerinde çıkmaza gireriz. Elimize aldığımız parçayı o köşeye, o açıya uyduramayız. Onu orada bırakırız, kendimizi şöyle bir tazeleriz. Ama aynı gün içerisinde ama bir gün sonra o uğraştığımız şey, ilk istediğimiz sonuca geliverir. Zâhirine bakarsan çalışan kişi aynı, parça aynı, proje aynı ama belli bir zaman önce olmazken bir zaman sonra oluverir.

Tabiî bu bizim inancımız, bizim kendi tecrübemiz. Onu orada bırakırız. O anda salevât-ı şerîfeyi çok getiriyoruz. Ona sarılıyoruz. Özellikle çalışan personel abdestsiz çalışmaz. İmalâtın o noktasında titizlik gösteriyoruz, gayret ediyoruz.

Namaz vesair ibadetlerimize zaten devam ediyoruz. Her gün kısa Kur’ân-ı Kerim ve meal okumalarımız vardır. Dolayısıyla çalışan personelimiz de büyük oranda sanatın mânâsına, rûhuna uygun bir yaşantı içerisinde.

Yine enteresan hâllerden biri; geçen gün iki parçayı birleştiriyorlar, ayırmaları gerekiyor. Ayırdıkları zaman içerisindeki tutkalın lafzatullah şeklini aldığını görüyorlar.

Bu bizden değil tamamen Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu. Zaten olaya bu açıdan yaklaşmadığınız sürece mesafe kat edemiyorsunuz. Mânen müsaade edilmiyor, biz öyle yorumluyoruz. Tıkanıyor.

Bir de bakıyorsun açılıveriyor. Bu açılma rüyada başlıyor. Rüyada bile kesinlikle bu işle iç içe oluyoruz. Rüyada çözmüyorsan, hiçbir şey başarı noktasına gelmemiştir ve geleceğine de inanmıyorum. Onu ertesi gün işine aktardığın zaman o kareyi geçiyorsun. Ondan sonra ikinci karenin meşguliyeti, ikinci karenin ve ikinci şeklin çalışması başlıyor.

Sonra şekil açısından bakarsak; tekrarlanan belli sayılar var. Hep 7’ler var. Kat 7, şekil sayıları 7, belli remizler ifade ediyor malûm. Bu türde sırları da var.

Yaptığımız iş dünyanın sekizinci harikası mı? Böyle bir iddiamız yok. Hiçlik içerisinde bizim bu sanata katkımız ne olabilir? Felsefemiz, hedefimiz bu. Bu düsturla da kendi kendimize bir hayli yol kat ettiğimize inanıyorum.

Yüzakı: Son olarak ekleyeceğimiz neler var?

Ahmet SERİM: Bir çağrım var. Üniversite boyutunda yetkili, bilgili mercilerden bize proje ve bilgi konularında destek olmalarını rica ediyorum. Çünkü bir eserin ortaya çıkmasındaki dört ana maddeden biri de projedir. Bu işi yapan mimar arkadaşlar, devletin teknik imkânlarını kullanan, teknik desteğini alan üniversitelerdeki görevli hocalarımız eğer bu tür konularda bize destek olurlarsa daha farklı, daha güzel işleri başaracağımızdan inşallah eminiz.

Cenâb-ı Hak bu arkadaşların sayısını da artırsın, esnaf arkadaşların, sanatkâr arkadaşların sizlerin sayısını da artırsın ki, ortaya güzel şeyler çıksın, böyle hizmet boyutunda da güzel şeyler olsun. Niye sıradan şeyler olsun.

Mevlâ bakın neler vermiş, her şeyi vermiş, neyimiz eksik? Biz ne katabiliriz, onun hesabını yapabilirsek, ortaya bir şey çıkıyor. Diğer türlü ne kadar olsa maddî oluyor, bir soğukluk oluyor.

Sonra yapıların içerisinde meselâ bir kapıda bizden bir motif olduğu zaman bir anda oranın havasını değiştiriveriyor. Ben bunu çok yaşadım. «Burada ne anlatıyor?» diyorum, kürsülerde, mihrapta her baktığında bir soru soruyor. Her baktığında bir soru soruyor. Bunu Sinan’a soracaksın. Bunun üreticisi orada.

Cemaatten bir kişinin gelip de; «Hakikaten güzel olmuş, elinize sağlık, huzur içerisinde namaz kılıp, ibadet ettik.» demesi aylarca çektiğimiz yorgunluğumuzu bir anda bertaraf ediyor. Akabinde insana rûhen öyle bir katkıda bulunuyor ki, sanki hiç uğraşmamış gibi daha fazla bir iştahla, daha fazla bir heyecanla bir sonraki işe tekrar yükleniyorsunuz veya elinizdeki işe daha fazla konsantre oluyorsunuz.

İnşallah Cenâb-ı Hak muvaffak eder, devamını getirir. Mevlâ bizleri bu eserlerin hizmetçisi kılsın, bu sanatı bizlerle dâim kılsın.