Hâkānî Mehmed Bey ve «HİLYE-İ SAÂDET»

Dursun GÜRLEK
dursun.gurlek@mynet.com

Ders kitabı olduğu hâlde sıkılmadan okuduğum, sayfalarını çevirirken büyük bir haz duyduğum eserlerden biri de, merhum Zekâi KONRAPA’nın «Siyer»iydi. Efendiler Efendisi’nin hayat hikâyesini, olanca güzelliğiyle, nice özelliğiyle dile getiren bu mübarek eser, gönül dünyamda ılık rüzgârların esmesine vesile olmuştu. Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiyâ’sı da, bu bahçenin en muhteşem gül goncalarından birini teşkil ediyordu. Erbabına göre Suyûtî’nin tarihinden bile üstün tutulan, «Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ» son devrin en mûteber İslâm tarihlerinden ve siyer kitaplarından biri kabul ediliyor. Mithat Cemal KUNTAY da; «Mehmed Âkif Kur’ân şairi, Cevdet Paşa ise Kur’ân nâsiridir.» diyerek önemli bir teşhiste bulunuyor.

Peygamberimiz’in hayatından, ahlâkından, gazalarından, şemâilinden bahseden eserlerin sayısı o kadar fazla ki, bunların sırf isimlerini sıralamak için bile cilt cilt kitaplar yazmak gerekiyor. Efendimizin fizikî ve rûhî portresini dile getiren eserlerin başında ise, «Şemâil-i Şerîfe»ler ile «Hilye-i Şerîfe»ler geliyor. Hâkānî Mehmed Bey’in, «Hilye-i Hâkānî»si Süleyman Çelebi’nin «Mevlid»inden sonra en fazla rağbet gören, büyük bir aşkla ve şevkle okunan manzum eserlerin başında geliyor.

Peygamber aşkıyla yanıp tutuşan merhum hakkında bilgi vermeden önce bir kaç cümle ile de olsa, «Hilye»nin ne anlama geldiğini belirtmeye çalışalım.

Efendim; süs, ziynet, mücevher, güzel yüz, güzel sıfatlar ve güzellikler manzûmesine «Hilye» ismi veriliyor. Zamanla bu kelime sözlük anlamının dışına taşıyor; Efendimiz’in mübarek vücut yapısını, vücut şekillerini, rûhî özelliklerini, güzel sıfatlarını ifade eden bir deyim hâline geliyor. «Hilye-i Saâdetler», «Hilye-i Şerife»ler de böylece ortaya çıkıyor. Aslında «Hilye-i Şerîfe»ler «Şemâil-i Şerîfe»lerden doğmuştur. Şemâil kitapları daha geniş kapsamlı kitaplardır. Her ikisinin de kaynağı, başta; «Kütüb-ü Sitte» olmak üzere, diğer hadis kitaplarıdır. Peygamberler Peygamberi’nin âhireti şereflendirmesinden bir süre önce, kızı Hazret-i Fâtıma validemiz:

“Yâ Rasûlâllah! Bundan sonra Sen’in yüzünü göremeyeceğim!” diye gözyaşları dökmeye başlıyor. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

“Yâ Ali, «Hilye»mi yaz ki, vasıflarımı görmek, beni görmek gibidir.” buyuruyor. İşte bu hâdise, siyerlerin, şemâil kitaplarının, hilyelerin yazılmasına ilham kaynağı oluyor. Özellikle Osmanlılar zamanında kaleme alınan hilyeler, dinî edebiyatımızın önemli malzemelerinden biri hâline geliyor. Teberrüken evlerin başköşelerine yerleştiriliyor. Bu eserlerin bereket vesilesi olduğuna, bulundukları mekânlara tabiî âfetlerin zarar vermeyeceğine, yangına çare olacağına inanılıyor. Hazret-i Peygamber’e duyulan sevgiyi ve muhabbeti dile getiren bu eserler zamanla birçok insan tarafından ezberleniyor. Mesnevî nâzımı Nahîfî; “Bir kimse hilye-i şerîfe yazarsa, ona çok nazar ederse, Allah o kimseyi kazalardan, belâlardan, ânî ölümlerden korur; sefere çıktığı zaman yanında götürürse, yolculuk esnasında, mânevî muhafaza altında bulunur!” diyor.

Kaleme aldığı «Hilye-i Saâdet» ile mesut yaşamanın sırrına eren şairlerin başında Hâkānî Mehmed Bey geliyor. Muallim Naci’nin ifadesiyle; Hilye-i Hâkānî, Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerîf’i gibi büyük bir alâka görüp en çok okunan, mukaddes kabul edilen eserler arasına giriyor. Hâkānî hakkında, kaynaklarda fazla bilgi olmadığını da bu arada belirtmiş olalım. Asıl adı Mehmed olan Hâkānî, Sadrazam Ayaz Paşa’nın yakınlarındandır. Çeşitli görevlerde bulunduktan sonra sancak beyliğine kadar yükseldi. Hadîkatü’l-Cevâmi, Sicill-i Osmânî gibi bazı kaynaklar ise onu bize, «Güzelce Rüstem Paşa’nın kerîme-zâdesi» olarak tanıtıyor. Son yıllarında Dîvân-ı Hümâyun muhasebeciliği yapıyor. O zamanlar kibar kalem efendileri, genellikle Edirnekapı civarında otururlarmış. Hâkānî Mehmed Bey de orada ikamet ediyor. Yine Muallim Naci’nin «Osmanlı Şairleri» adındaki kitabından anlaşıldığına göre, merhum; Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin haziresine defnediliyor. Mezarı eski demir parmaklıklarla çevriliyor. Kabrinin üzerine, hemen hemen üç yüz seneden beri temiz toprağı ile beslenen büyük bir ağaç dikiliyor. Bu ağaç, zaten harap ve tenha olan kabrin üzerini hazin bir şekilde gölgelemektedir. Bu ağaca şöyle bir göz atan kimse, oraya mezar sahibinin heykelinin dikildiğini zanneder. Baş taşının üstünde ise âdî bir kandil asılıdır. Bu kandil Cuma ve Pazartesi günleri yakılmakta, hüzün verici ışıklarını etrafa salmaktadır. Muallim Naci, verdiği bu bilgilerden sonra merhumun mezar taşındaki yazının bile yanlış olduğunu, üzülerek, hayıflanarak nakledip şunları söylüyor:

Sokaktan geçerken kabristanın mektep duvarına bitişik olan en büyük penceresinden içeri bakarsanız yuvarlak ve yeşile boyanmış bir taş görürsünüz. Cephesinde ise şu kelimeler yazılıdır. «Hüvelbâkî. Hille-i Hâkānî hasretler rûhiyçün el-Fâtiha.» Anlaşılıyor ki; «Hilye-i Hâkānî Hazretleri’nin» denilmek istenmiş! Merhumun adını mezar taşına yazmak isteyen adamın; bu nâmı, «Hilye-i Hâkānî» olarak düşünmesi, daha sonra da bunu doğru yazamaması insanı şaşırtmaktan çok üzüyor. İnsan bir, kabrin içindeki zâtın büyüklüğünü düşünüyor, bir de dışındaki kitâbeye bakıyor, kabrin içinden; “Ne kıymet bilmez adamlarmışsınız!” diye bir ses işitirmişçesine utanıyor.

Söz buraya gelmişken hemen belirtmek gerekir ki, Muallim Naci hayıflanmakta ve üzüntülerini dile getirmekte yerden göğe haklıdır. Merhum, mezarlıklarımızdaki bugünkü perişanlıkları, yanlışlıkları ve tahribatı görmüş olsaydı, bu sefer de gökten yere kadar haklılık kazanırdı. Allah’tan ki kendisinin başına böyle bir felâket gelmedi. İkinci Mahmud türbesinin haziresinde bulunan mezar taşındaki yazının doğru olduğunu görüyoruz. Tabiî ki doğru olacaktı, çünkü o yazıyı yazan son devrin en ünlü yazı ustası Hattat Hâmid merhumdu. Hatalı ve yanlış yazılan mezar taşlarının sayısı o kadar fazla ki, bunlar bir araya getirilse tam bir yanlışlıklar komedyasıyla karşılaşırız. Sadece mezar taşları mı, kitaplar da fâhiş imlâ hatalarıyla, tashihlerle dolup taşıyor. Bu yazıyı kaleme almadan önce müracaat ettiğim kaynaklardan biri de Faik Reşad Bey’in «Eslâf» isimli kitabıydı. Eserin, Tercüman’ın «Binbir Temel Eser» serisinden çıkan nüshasını elime alıp konumuzla ilgili kısma şöyle bir bakınca gözlerime inanamadım. Şemsettin KUTLU tarafından hazırlanan bu kitapta «Hilye-i Hâkānî», «Hiyle-i Hâkānî» olmuş.

Yani buna da bir hile karıştırılmış. Her ne ise, bu hamur çok su götüreceğinden, biz sözü fazla uzatmadan sadede gelelim.

Hâkānî Mehmed Bey, Efendimiz’e ait «Hilye-i Şerîfe»yi güzel bir hatla ve nazım yoluyla yazdıktan sonra devrin sadrazamına takdim ediyor. Eseri çok beğenen sadrazam kendisine nasıl bir mükâfat istediğini soruyor. Merhum bunun üzerine; “Ben artık yaşlandım. Edirnekapı’dan Bâb-ı Âlî’ye her gün gidip-gelmeye dayanamıyorum. Hayvana binmeme müsaade ederseniz, başka mükâfat istemem.” cevabını veriyor. Hâlbuki o devrin usûlüne göre, «Hâkānî» rütbesinde bulunan kimselerin şehir içinde hayvana binmeleri yasaktı. Hâliyle devlet nizamının bozulmaması için, arzusu yerine getirilmedi, fakat başka bir çözüm yolu bulundu. Sadrazam kendisine Bâb-ı Âlî civarında bir ev satın aldı. Merhum böylece maddeten büyük bir ödül kazanmış oldu. Vefat etmek üzereyken yanındakilere söylediği; “Yârân-ı safa! Cennet bahçeleri ne güzel köşeler imiş!”* sözünden ise, en büyük mükâfat olan, mânevî mükâfatı da elde ettiği anlaşılıyor.

Bendeniz, «Hilye-i Saâdet» müellifi Mehmed Hâkānî’nin Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin haziresinde bulunan kabrini daha önce de ziyaret etmiştim. Kendisiyle ilgili bir menkıbeyi talebelerime naklettiğim sırada, içimde bir kere daha ziyaret etme arzusu uyandı. Bir gün (22 Şubat) Cuma namazını Mihrimah Sultan Camii’nde kılmaya, sonra da merhumu ziyaret etmeye niyetlendim. Ancak gidince bu tarihî mabedin tamir edildiğini gördüm. Namaz arkadaki ufak bir bölmede kılınıyor. Caminin bahçesine girmek de hâliyle mümkün değildi. Namazdan sonra etrafı şöyle bir dolaştıysam da içeri giremedim. Hem etrafın perişan manzarası hem de, ziyareti gerçekleştiremeyişim biraz canımı sıktı.

Hemen o akşam şöyle bir rüya gördüm:

Yine Mihrimah Sultan Camii’nin etrafında dolaşıyorum. Derken bir saatliğine içeriye girebileceğimi söylediler. Girdim. Asırlık, hem de bir kaç asırlık çınarların altından ilerledim. Bahçenin içinde karşıma çıkan bir tünelden geçtim. Merhumun kabrini buldum. Tam mezarın başına gelmiştim ki, tanımadığım birkaç kişi peyda oldu. Konuşma yapmamı istediler. Kadim bir dostumu kastederek; “Muhsin Hoca gelmeden başlamam!” dedim. Muhsin Hoca’nın da gelmesiyle birlikte anlatmaya başladım. Tam bu sırada mezarın üstünde bir çocuk zuhur etti. Sözlerimi tasdik etmeye başladı. Birbirimize sarıldık. Sevindik, heyecanlandık.

Hilye-i Saâdet, saadet vermeye devam ediyor.

Gelmemiştir sana hâlâ sânî
Ümmetin mefharisin Hâkānî
Bize bir hilye-i garrâ yazdın
Nâmını cebhe-i Arş’a kazdın (Muallim Naci)

* İskender Pala: Hilye-i Saâdet, Kapı Yayınları. İst.