Gönülden Gönüle Akacak EBEDİYET MÜJDESİ

H. Kübra ERGİN

hkubraergin@hotmail.com

Zaman nasıl da ağırlaşmış, hamile bir kadın gibi, tasasız, umursamaz…

Sabırsızlananlara inat, ağır mı ağır ilerliyor; şafak sökmüyor bir türlü…

Kopkoyu bir gece bitmek bilmiyor. Mazlumların iniltileri karışıyor, çatlamış dudakların kıpır kıpır niyazlarına. Onlar da neredeyse unutacaklar niyazı, duayı… İnlemekten bile ümitlerini kesecekler…

Bu sancının sonunda kutlu bir doğum bekleniyordu beklenmesine; ancak bekleyenlerin birçoğu neyi beklediğini unutmuştu. Sadece bir bekleyiş kalmıştı geriye, kimi, nesi, nasılı, niçini olmayan bir bekleyiş…

Neyi beklediğini bilenler birer birer göçüyordu, hayatlarının mânâsı olan kutlu bekleyişlerini sonrakilere vasiyet ederek. Ama heyhat, bu vasiyeti kim anlar, kim tutar…

Umutlar tükenmeye yüz tutmuş, tevhid kalelerinin bir bir düşmesinden sonra. İşte Kudüs darmadağın, Mekke vadisini şirk esir almış. Peygamber çocukları, Allah ile aralarına girenler yüzünden, küsmüşler sanki kaderlerine…

İnsanlığa imam olacaklardı hani?

Hani dedelerinin duası hürmetine umumî bir rahmet bürümüştü yeryüzünü de; onlar hürmetine geçici dünyada bir geçimlik bahşedilecekti, nasipsizlere bile…

İbrahim milletine ne olmuştu böyle?

Darmadağın, perişan; birbirine düşmüş…

İnsanlık onlara muhtaçken; onlar kendilerinden habersiz…

Çöl… Uzayıp gidiyor, gözün gördüğü her yöne doğru; ufuklar boyunca… Bir vaha saklar mı bağrında bu çöl; son bir umut yerine?

Çölün bağrında bir vadi; gözyaşı vadisi, Mekke; insanoğlunun anayurdu, Ümmü’l-kurâ…

Bir heyecan var şimdi, Allâh’ın evinin yanı başında. Bir rüya ile uzun uykusundan uyanan kadîm bir göze; Zemzem…

Yoksa yakında gönülden gönüle akacak âb-ı hayatın muştusu mu bu?

Kızgın taşlar gibi katılaşmış; çöle dönmüş gönülleri diriltecek âb-ı hayat gözesinin…

Neden olmasın?

“Ölüp kupkuru hâle geldikten sonra arzın deprenip kabarıp, dirildiğini…” görmediler mi hiç?

Unutkanlıkla ölmüş bir beldenin; mânâ göklerinden inen tertemiz vahiy suyuyla diriltildiğine, insanlık bir kez daha şahit olacak mıydı?

Olacaktı elbet…

O; zamanın kalbine ekilmiş kutlu tevhid ağacı; öncesine de sonrasına da meyvelerini veren…

Atası Âdem’in tövbesi, dedesi İbrahim’in duası, kardeşi İsa’nın müjdesi…

Mekânın da tıpkı zamanın olduğu gibi tam orta yerinde; âdeta yeryüzünün kalbinde doğup, çağlayan… Dallara ayrılarak, doğudan batıya bütün susamış gönüllere âb-ı hayat olan O…

Kim?

Kutlu bir beldenin toprağından yaratılmışlardı onlar; ebâbil kuşlarının bekçilik ettiği…

Elbette âb-ı hayatı kana kana içmek ve susamış gönüllere koşturup yetiştirmek onların vazifesiydi.

Önce kim içecek bu gönül çeşmesinden, gönüller dirilten âb-ı hayatı…

Kapısını örümceklerle güvercinlerin beklediği mağarada akacak bir mecra bulacak ebedî hayat suyu…

Önce dirilmeli gönüller; çünkü ölülere duyuramazsın…

Ne zaman ki, çölün kızgın kayaları gibi taşlaşmış kalpler bile bir gün Allah korkusuyla çatlar, bağrından sular kaynayıp coşar; işte o zaman vakit gelmiştir…

Vakit gelmiştir artık, vaat edilmiş topraklarda tevhid medeniyeti yükselecektir. Yalnız Nil ile Fırat’ın arası değil; Çin’den Mağrib’e kadar diriltici bir haber ulaşacaktır gönüllere…

Bekleyenler vardı onları; son erleri çarmıhlarda can verenlerin diyarında… Yaylalara, mağaralara çekilmiş, manastırlara gizlenmiş, bekleyenler…

Yumuşak topraklar gibi, o kutlu yağmuru bekliyorlardı onlar; üzerlerine yağınca en güzel ilim, hâl ve ahlâk yemişlerini vereceklerdi. Her biri başka türlü yemişler verecekti, tek suyla sulandıkları hâlde…

Sînelerinde sakladıkları gönül tohumunu yeşertecek yumuşak dokunuşu bekliyorlardı. Ne zaman o mübarek gözenin hayat bahşeden suyunu içerlerse; işte o zaman gönül filizleri toprak âleminden mânâ göklerine yapraklar, çiçekler açacaktı.

İşte o zaman her bir gönül; köksüz, meyvesiz, zehirli bir sarmaşığa benzeyen habis kelime olmaktan kurtulup, toprağa sımsıkı kök salmış, başını mânâ göğüne uzatmış, meyvesini veren «kelime-i tayyibe» olacaktı.

Bir de arayanlar vardı, karanlıklar diyarında âb-ı hayatı arayan İskender gibi, diyar diyar dolaşıp gönlünün susuzluğunu dindirecek haberi soranlar…

Ateş diyarının oğlu Selman; âb-ı hayatı aramak nereden geldi aklına? Garipliğin ayazında titrerken, O’nun ehlibeytinden oluverdin; ne mutlu sana… Sen hem aradığın âb-ı hayatı O’nun gönül çeşmesinden içtin; hem de ateşe gark olmuş diyarının üzerine hidayet yağmurlarını saçtın…

Ah Selman; yine karanlıklar çöktü insanlığın üstüne…

Şimdi de var bekleyenler ve arayanlar da elbette…

Yine gönülden gönüle akacak mı ebediyet müjdesi? Yine insanlığı bürüyecek mi; umumî rahmet hâlesi…

Neden olmasın ki! O pınar, o âb-ı hayat gözesi ilk günkü tazeliğinde…

Bekliyor teşne yürekleri…

Tâ sûra üfleninceye dek…