ÇÖLDE NİSAN OLDU AŞK!

SEYR
M. Ali EŞMELİ
seyri@yuzaki.com

İnciler Yağdırdı Gökten

İnsanlık zaman zaman çok acı kış mevsimleri yaşamıştır. O demlerde akıllarda, gönüllerde, fikirlerde ve duygularda büyük tahribatlar meydana gelmiştir. Koca dünya daralmaya başlamıştır. Üstelik bu insanlık zemherîsinin tahribatında öyle devirler olmuştur ki, adalet çölleşmiş, merhamet çölleşmiş, şefkat çölleşmiş, inançlar çölleşmiş, ezcümle insanı insan yapan her şey çölleşmiştir…

İnsanlık da çölleşen hâlleri neticesinde susuzluktan dudakları çatlamış topraklar gibi verimsiz, kurak ve çorak bir varlığa dönüşmüştür.

Böylece zemherîler uzadıkça uzamış, bazen baharlar bir türlü gelmek bilmemiştir.

Ta ki;

O baharları getirecek insanlar gelip de yeşerinceye kadar…

Çünkü beşeriyetin gönül toprağına gerçek baharı getiren, bahar tabiatlı, gül karakterli, bülbül sıfatlı, ebr-i nîsan bereketinde hakikat iklimli, mârifet özlü, sâdık sözlü müstesnâ şahsiyetlerdir.

Ruhları ve gönülleri diri tutan atmosferi; insanlık, onlardan teneffüs eder. Bütün susuz yürekler, âb-ı hayâtı onlardan içer. Gözler, nurlarını onlardan alır.

Bu şahsiyetler, her bakımdan seçkin, mümtaz ve mûtena kimselerdir.

Bu zirve şahsiyetlerin başında, daha doğrusu en başında da hiç şüphesiz ki Peygamberler Sultanı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vardır.

Feyiz ve bereket kaynağı, doğruluk ve izzet timsali olan Ahmed ü Mahmûd -aleyhisselâm-… Yegâne üsve-i hasene/en güzel örnek…

Bunun içindir ki;

O Sonsuzluk Padişahının dünyayı teşrifi bile gönüllerdeki çölleri derhâl yeşertmeye başlamıştır. Tam da insanlığın tükendiği bir anda… Bambaşka bir mânâ ile… Müstesnâ sıfatlar içerisinde… Hidayet rehberi olarak… Sirâc-ı münîr/en parlak kandil olarak… Rahmeten li’l-âlemîn/bütün âlemlere rahmet olarak… Muhammedü’l-Emîn olarak…

Lâkin;

O’nun böylesine yüce teşrifi, maalesef ilk anda herkes tarafından ve hemen kavranamamıştır. M. Âkif’in ifadesiyle:

On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, hâlbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî‘î:
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl, en sapa yerdi;
Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insân, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.

Ancak Allâh’ın lütfu ile günler geldi geçti; O «Rahmeten li’l-âlemîn»in bereketli hakikat ve hidayet damlaları insanlığın kalbine erişti. Çorak gönül topraklarını suladı. O’nun feyziyle artık çöllerde de nisan oldu aşk! Şiirin diliyle;

N’eylesin, hıçkırdı, gül derdiyle yer-gök durmadan,
Hem bulutlar, hem pınarlar taştı ummân oldu aşk!..

Çünkü mâşûkuydu Hakk’ın Can Muhammed Mustafâ,
İnciler yağdırdı gökten, çölde nîsân oldu aşk! (Seyrî)

Öyle şerefli bir gülün derdiyle gökler nasıl hıçkırmasın, aşk da, nasıl umman olmasın, nasıl gökten inciler yağdırmasın, nasıl çölde nisan olmasın!

Nasıl olmasın ki;

O’nun bereket ve hürmetine aşk, kızgın çöllerde nisan güzelliği ve gülistanı olunca, en kör gözler bile görmeye, en sağır kulaklar da işitmeye başladı. “Bu yüz asla yalan söylemez!” diyerek îman eden bahtiyarlarla birlikte:

Baktı, tekrar baktı, tekrar baktı, tekrar baktı ve,

Misli aslâ yok deyip, hep baktı hayrân oldu aşk!…

Aşk;

Nasıl hayran olmasın ki!

Nasıl hayran olmasın ki, yüce mâşûku yalnızca O’na «Habîbim» demiştir. O’na kevseri bahşetmiştir. O’nun etrafında ayları, yıldızları ve güneşleri bile pervane yapmıştır. Böylece O’nunla âlemler nûra gark olmuştur. O’nun hürmetine yaratılan insanlık, yine O’nunla nefes almıştır. O’nunla bu dünyada rahmet, adalet, merhamet, şefkat ve şeref-i insâniyet tecellî etmiştir. Hâsılı O’nunla insanlık kurtulmuştur. Yine M. Âkif’in anlattığı üzere;

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar, suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o mâsûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, şer’-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.
Medyundur O mâsûma bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.

Ne mutlu bu ikrar ile haşrolabilenlere!

Bu ikrar ile haşrolabilmek için Hazret-i Peygamber’e yanık hâlini Fuzûlî, içli içli şöyle arz eder:

Yâ Habîballâh yâ Hayre’l-beşer müştâkunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hem-vâre su

“Ey Allâh’ın sevgilisi, ey insanların en hayırlısı! Nasıl ki çok susamış, dudağı susuzluktan çatlamış olanlar hararetle yanıp her an su isterlerse, işte ben de Sana o şekilde müştak bir hâldeyim…”

Gönüllerdeki çöl zemherîsinden O’nun vuslat nisanına ulaşmak isteyen bütün âşıkların talebi ebr-i nîsâna/nisan yağmuruna mazhar olmaktır. Bu bakımdan şair Fuzûlî, meşhur «Su Kasîdesi»nde Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sürekli «Suu, su!» diye yanık bir dille inlemekte, yalvarmaktadır. «Su» kelimesinin redif olarak kullanıldığı şiirde ayrıca dikkati çeken «Suu, su!» vurgusunu veren beyitler şunlar:

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su

“(Yâ Rasûlâllah! Ey aşk bahçesinin emsalsiz goncası! Ey Güller Gülü! Sen’in o eşsiz güzelliğine baksın da) bahçıvan, gül bahçesini tamamen suya versin; hiç boş yere zahmet çekip durmasın! Çünkü binlerce gül bahçesi sulasa da asla Sen’in gibi bir gül yetiştiremez…”

İste peykânun gönül hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün âre su

“Gönül hicran içindedir. Bu hicranda (sevgilinin ok temrenine benzeyen) kirpiklerini iste de (hasret dolu) arzumu, hararetimi söndür. (Zira damar damar) susuzum (hararetten yanıyorum), bu (aşk) çöl(ün)de bir kez (de) benim için su ara.”

Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahî ol kûya koyman vâre su

“Suyun yolunu, sevgilinin bulunduğu semt yönünden toprak olarak tutmalıyım. Çünkü su da benim rakibimdir. O semte/sevgilinin mahalline (benden önce ya da bensiz) gitmesine göz yumamam.”

Dest-bûsu ârzûsuyla ölürsem dûstlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâre su

“Ey dostlarım, (eğer) sevgilinin elini öpmeden, bu arzuyla ölürsem, toprağımdan testi yapıp sevgiliye onunla su ikram edin.”

Dôstı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su

“(O sevgili Peygamber ki) O’nun dostu kimse, yılan zehri de içse (içtiği) âb-ı hayat olur. Düşmanı ise, su (bile) içse, (içtiği) elbette yılan zehrine döner.”

Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû’ içün gül-i ruhsâre su

“Peygamber (Efendimiz), abdest (almak) için yanağının gülüne el sunup (avucundaki) su(yu) vurunca, her (su) damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmış(tır).”

Bîm-i dûzâh nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâre su

“Cehennem korkusu yanık gönlüme gam ateşi salmış; senin ihsan bulutunun o ateşe su serpeceğine (onu söndüreceğine) ümidim var (Ey Allâh’ın Rasûlü!).”

Bir yandan Hazret-i Peygamber’e «Suu, su!» diye yalvaran, bir yandan da O’nun özelliklerini dile getiren Fuzûlî, na’t-i Ahmedî ile müzeyyen bu aşk hâlinin kendisine neler kazandırdığını şöyle ifade eder:

Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü’-i şeh-vâre su

“(Ey Allâh’ın Rasûlü!) Sen’i övmenin uğuruyla, nisan bulutundan düşen damlaların şâhâne inciler hâline dönmesi gibi Fuzûlî’nin sözleri (şiiri) de kıymetli bir inciye dönmüş, onun gibi değerlenmiştir.

Ancak bu hususta kâmil bir istifade için gönül sedefinin o nisan yağmurunun suyunu içmesi şarttır. Çünkü sedef, içerisinde ebr-i nîsandan su almadığı takdirde inci meydana getiremez. Tıpkı ağlamaksızın bu dünya ve zamandan kâm almanın mümkün olamayacağı gibi:

Fuzûlî dehrden kâm almak olmaz, olmadan giryân
Sadef su almayınca ebr-i nîsandan güher vermez

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Can dostları, âb-ı hayâta doğru yönelirler, bu sebeple âb-ı hayat, dostlar canının kıblesi olmuştur. Bahçeler, bostanlar su ile yeşerdikleri, su ile güldükleri gibi, Hak âşıklarının, can dostlarının gönülleri, ruhları da âb-ı hayatla dirilir, canlanır, gelişir, kemale erer.

Her okuyan, ancak aklı erdiği kadar anlar; her kulluk eden, gücü yettiği kadar, çalışabildiği derecede kulluk eder. Müftü; fetvayı, anlayışı miktarınca verir. Sadaka veren, gücü yettiği miktarda sadaka verir. Cömert, verdiği ne kadarsa o kadar bağışta bulunur. Bağış elde eden de, bağışta bulunan ne kadar verdi ise, o kadar elde eder. Çölde susayıp su arayan, denizlerin varlığını bilmekle beraber, suyu aramaktan geri kalmaz. Bu âb-ı hayâtı kaybedenin de, dünya geçimi kendisini bu istekten alıkoymadan, sebeplerle ihtiyaçlar işini aksatmadan, dileği ile arasına engeller girmeden arayıp bulması gerek.

Nefsinin dileğine uyan, rahat etmesine düşkün olan, usanıp vazgeçen, dünya geçimine düşen, kendisinden emin olmayan, zahmetlere katlanmayan; bu ledünnî ilme kavuşamaz. Bu ilme ancak, Allâh’a sığınan, dinini dünyasından üstün tutan kavuşur ve hikmet hazinesinden bir çok mal elde eder. O mallar ne eksilip tükenir, ne mirasçılara kalır. O kişi, hikmet hazinelerinden nice nurlar, kıymetli cevherler, vâridatlı akarlar ve çiftlikler almış olur.”

Yunus Emre de aynı noktaya temas eder:

Şol Hızır’la şol İlyas
Âb-ı hayât içtiler
Bu birkaç gün içinde
Bunlar ölesi değil

Ten fânîdir can ölmez
Gidenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil

Bilhassa Âlemlere Rahmet olan Âb-ı Hayat’tan/o ölümsüzlük suyundan içebilenler… Ebr-i nîsânı yudumlayabilenler…

Bütün mesele bu!

Yoksa şu çorak dünyada insanı yeşertmek mümkün değil.

Çünkü dünden beri en zor iş, insanı yeşertmektir.

İnsanı yeşertmek…

Eğer gerçek âb-ı hayattan su içirilmezse, en sert taşların yeşerdiği iklimde de olsa insanoğlu asla yeşermez!

Yeşeremez!

Çünkü ne gözünde, ne özünde, ne de sözünde can vardır. Gaflet ve günah, hata ve isyan, tefekkür ve fikirsizliğin çetin kışları onu kuruttukça kurutur. Artık onun terazisi ters işlemeye başlar ki, iflâh etmez. Böylelerine Hazret-i Mevlânâ şöyle seslenir:

“Senin karşına nice hoş şeyler gelir. Gelir ama, onların hepsi de sana kötü görünür. Saf, duru su bile senin gözüne göre bulanık hâldedir. Yazık! Sen bütün hoş şeylere düşman olursun da, bu yüzden neye el atarsan, o şey sana kötü görünmeye başlar…

Sana hayat olan, dost olan kişiler de, gözüne hor- hakîr görünür. Fakat ne eseftir ki, sana yabancı olan kişi, senin nazarında çok büyük ve muhterem sayılır.

Bütün bunların hepsi de, gönlündeki gaflet hastalığının tesiridir. Bu hastalığın zehri, bütün bedene, bütün uzuvlarına yayılır. Önce, bu illeti defetmek gerek. Çünkü insanda bu illet bulundukça şeker bile ona pis görünür. Karşına çıkan her güzel şey, her iyi şey, sana çirkin görünür. Kötü gelir. Hattâ âb-ı hayat elde etsen, sana ateş görünür.

Bu hastalık sende bulundukça, gönlü dirilten can gıdasını yersen, o gıda bile bedenine gelince kokar, leş kesilir.

Nazlarla, niyazlarla avlanan, yani gönülleri kazanılan aziz varlıklar sana yaklaşsalar, o aziz varlıklar sana bayağı görünürler.

Akıllı bir kimse, başka akıllı bir kişi ile dost olunca aralarındaki sevgi gün geçtikçe artar. Fakat nefsin aşağılık nefislerle tanışması, sevişmesi -iyice bil ki- her an sevgiyi azaltır. Çünkü nefsanî arzular peşinde koşan dostların nefsi, tanışmada bir maksat, bir fayda gözetir. Onu bulamayınca dostluğunu çabucak bozar.

Unutma ki nefsanî arzulara boyun eğmiş, nefsin zehirleri ile hastalanmış isen, eline ne alırsan al, o da hastalanır, illet kesilir.

Eline bir mücevher alsan, taş olur; birine gönülden bağlansan, o sana düşman kesilir, seninle kavga eder.

Kimsenin söylemediği, duymadığı bir nükte duysan, onun üzerinde akıl yorsan, onu anlasan, o nükte sana tatsız, zevksiz mânâsız gelir. Onu anladığın hâlde, zevkine varmadığın için; «Ben bunu çok işittim, artık eskidi. Arkadaş, sen bana bundan başka bir şey söyle!» dersin.

Bir başka taze, yepyeni bir şey duyduğunu farzet. Ertesi gün ondan da bıkar, ondan da nefret edersin.

O hâlde sen sendeki hastalığı gidermeye bak. Hastalık geçince, her eski söz, sence, yeni bir söz olur.

O eski söz, yepyeni dallar, budaklar verir. Yüzlerce meyve hevenkleri bitirir, yetiştirir.

Fakat her şeyden önce eğer dostunun yarın âhirette senden nefret etmesini istemez isen, bir akıllı kişi ile, bir akılla dost ol.”

Velhâsıl iki dünyada da çare;

Çölde nisan olan aşk ile dostluk.

Âb-ı Hayat ile dostluk.

Daha açık bir ifade ile Rahmeten li’l-âlemîn olan Hazret-i Peygamber’in her biri binlerce inciden değerli hayat damlalarına gönlü sedef hâline getirebilmek.

İşte o zaman;

İnsan, cennet tûbâsı olarak yeşermeye başlar…