Âb-ı Hayat İçmiş Gibi AMELLERİMİZİ EBEDÎLEŞTİRMEK

Dr. Harun ÖĞMÜŞ

İnsanda ebediyet duygusu vardır. İblis’in cennetten çıkarmak istediği Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’a; “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?”1 diyerek vesvese vermesi, bu duygunun insan tabiatında bulunduğunun apaçık bir delilidir. Bu sebeple psikolojik bir bozukluk olan intihar ve candan daha önemli değerler uğruna hayatı feda etmek demek olan şehâdet gibi istisnaî durumlar bir kenara bırakılırsa -içinde bulunduğu şartlar ne kadar zor olursa olsun- insan daima hayatı ölüme tercih eder. Millî şairimiz Mehmed Âkif bir şiirinde bu duyguyu şöyle terennüm etmiştir:

Her devresi bir devr-i azâb olsa hayâtın
Râzîsı değildir yine bir türlü memâtın
Ömr olsa da binlerce tekâlîf ile meşhun
İnsan yaşamaktan yine memnun, yine memnun

memât: Ölüm. tekâlîf: Mükellefiyetler. meşhun: Dolu.

Ebediyet duygusunun insanın varlık şuuru ile de irtibatı vardır. Çünkü varlık her şeyin temelini teşkil eder. Varlığının farkında olmayan, ne böyle bir duygu hisseder, ne de herhangi bir hayatiyet eseri gösterir. Bu itibarla varlık hissi, bizâtihî varlığın kendisiyle eşit derecede büyük ehemmiyet arz eder. Şair, bu ehemmiyeti şöyle dile getirir:

Yâ Rab! Ne eksilirdi deryâ-yı izzetinden (…)
Yâ dehre gelmeseydim, yâ aklım olmasaydı (Ziya Paşa)

Evet, ya dünyaya gelmeseydi veyahut da aklı olmasaydı. Aslında ikisi de aynı şey! Çünkü dünyaya gelmeseydi dünyayı ve onda olanları idrak edemeyecekti. Aklı olmadığında ise -cismen var olsa bile- hiçbir şey idrak edemeyeceği için yok hükmünde bulunacaktı. Demek ki her şey, varlık şuurunda, yani insanın kendi varlığının farkında oluşunda düğümlenmektedir. Bu sebeple insan, içinde bulunduğu kâinatı kendi varlığını merkeze alarak, kendi penceresinden görür. O kadar ki, gözünü kapattığında, yani varlığının farkında olmadığında dünya yüzünde artık ne kendisi mevcuttur, ne de herhangi bir şey…

Kontrol edilmediğinde insanın sergilediği davranışların çoğu, bu hissin tatminine yöneliverir. Meselâ bir gencin, hayran olduğu meşhur bir futbolcudan imza aldığını düşünelim: Genç, meşhur birinin imzasını aldığı için memnundur. Öte yandan futbolcu da, -bir genci sevindirmenin verdiği mutluluğun yanı sıra ve belki ondan da fazla- kendisine gösterilen teveccühün hazzını yaşamaktadır. Sorusunu cevapladığı için hocasından taltif gören talebe ile onu taltif eden hocanın hissettikleri de aynıdır. Talebe hocasından iltifat gördüğü için memnundur. Hoca ise, böyle bir değerlendirme yapma makamında olmanın verdiği hazzı yaşamaktadır. Önde gelen bir devletli ile onunla tokalaşan Mehmet Ağa, meşhur bir sanatçı ile onunla bir araya gelen hayranı ve benzeri arasında da benzer duygular yaşanır.

Buradan hareketle tarihte meydana getirilen ve günümüzde meydana getirilmeye devam eden her dehâ eserinin, örnek alınacak her büyük işin; benliği tatmin duygusunun tezahürü olduğunu söylemek, onlar hakkında bu yönde bir vehim oluşturmak, böylece insanlığa model olan şahsiyetlerin yıldızını söndürmek gibi bir gayemiz yok. Maksadımız lâyıkıyla murakabe edilmemesi hâlinde, davranışların kolaylıkla benliğin boyunduruğu altına girivereceğine dikkat çekmekten ibarettir. Esasen dinimiz, davranışların niyetlerle ölçüldüğünü ve riyânın gizli şirk olduğunu belirtmekle bu hususun ehemmiyetini zaten vurgulamıştır. Kur’ân-ı Kerim’de İblis’in, insanlara sağ taraflarından, yani onlara makbul sayılan düşünceleri fısıldayarak da yaklaşabileceği belirtilerek ikazda bulunulmaktadır.2

Hakikaten şeytanın vesvesesi, yapılan davranışlardaki samimiyet ve ihlâsı yok ettiğini hissettirmeyecek kadar sinsidir. Bu vesvesenin başarıya ulaşmasını kolaylaştıran ise insanın benliğini tatmin etme zaafıdır. Hakikati inkâr olunamayacak olan bu zaaf o kadar güçlüdür ki, tüm hayatı örnek alınacak diğergâmlık, fedakârlık ve ihlâslı çalışmalarla dolu olan millî şairimiz Mehmed Âkif’i bile tiksintiyle şöyle isyan ettirmiştir:

Beşerin taptığı bir kendisinin heykelidir
Dinlemem, etse de Allâh’ı bütün gün takdîs
Ben bu mel’un putun uğrunda geberdim, hâlâ
Kabaran kokmuş içimden; «Yaşasın nefs-i nefîs!»

Mehmed Âkif, bu illetin yaygınlığı hususundaki müşahede ve tespitini esefle şöyle kaydeder:

Tek hakîkat var, evet bellediğim dünyâdan
Bir ömür âlemi gezdimse de şaşkın şaşkın
Hepimiz kendimizin bağrı yanık âşıkıyız
Sâde îlânı çekilmez bu acâip aşkın

Benliği tatmin edecek davranışlara zemin hazırlayabilen varlık hissi ve onunla irtibatlı olan ebediyet iştiyakı külliyen menfî bir duygu değildir. İnsan, fânî hayatıyla taban tabana zıt olan bu ebediyet duygusunun sevkiyle evlenir, zürriyetinin devam etmesini ve adının bekasını sağlar. Böylece yeryüzünde insan nesli devam eder, ilim, sanat, kültür, medeniyet ilerler ve refah artar. İnsan fıtratına böyle bir hususiyetin veriliş hikmeti budur. Ancak bu hususiyetin mahsûlü, zikredilen maddî meyvelerden ibaret kalırsa hikmet tam tecellî etmiş olmaz. Bunların mutlaka Allah rızâsı ve ihlâs ile kemale ermesi gerekir.

Hulâsa; insan bedenen fânî olsa da âb-ı hayat içmişçesine ebedî bir ruh taşımaktadır. Bütün mesele, tüm çaba ve gayretlerin muharriki olan bu gücün, her türlü riyâdan uzak ve Allâh’ın rızâsına uygun davranışlar ortaya koymasını sağlayabilmektir. O zaman yapılan her davranış, âhirette sahibine bir mükâfat olarak dönecek ve ebedîleşecektir. Kezâ hayatı boyunca ortaya koyduğu eserler de birer sadaka-i câriye olarak kıyâmete kadar kendisine sevap kazandıracağı gibi kendisinden sonraki insanların dualarını kazanmasına da vesile olacaktır. Fertleri bu şuurda olan bir cemiyet, vahiy ve nübüvvetin âb-ı hayatından beslenerek müstesna bir medeniyet ortaya koyacaktır. Seyyid Nesîmî bu doğrultuda bize şöyle nasihat eder:

Şerîat emrini mürşid edin, tarîkate gir
Ki ol tarîkat ilen sen içesin âb-ı hayat

İnançsız, âhiret bedbahtlarını, yukarıdan beri önemini ifade etmeye çalıştığımız ebediyet duygusundan bile vazgeçirerek helâk olmayı3 temennî ettirecek derecede zorlu olan kıyâmet gününde ebedî saadetimizi sağlayacak ihlâslı ameller yapmamızı Allah Teâlâ nasip ve müyesser eylesin! Âmîn!

1 Tâhâ 20/120; ayrıca bks. A’râf 7/20
2 A’râf 7/17
3 Bkz. Furkan 25/13; ayrıca bkz. Nebe 78/40