Yaklaşan Kasırgadan Kurtuluş, KENDİNE DÖNÜŞ NEREDEDİR?

Ayla AĞABEGÜM

Hayatımızın her ânı yavaş yavaş bize yabancılaşıyor. Ben, kendimi tanıyamıyorum. Komşumu, akrabamı, basınımı, ilim adamlarımı, siyasetçilerimi hattâ din adamlarımı tanıyamıyorum. Mecliste anayasanın değişmesi ve türbanın serbest olarak üniversitelerde takılması için anayasa maddesi değişirken, siyasîler sertleşiyor, bağırıyor; televizyonlarda yapılan oturumlarda ise konuşmacılar sertleşiyor; sokaklarda insanlar bağırıyor. Aklı başında bir grup da çıkıp; «Neden bu sertlik, düşmanca tavır?» demiyor. Başka zamanlar Yunus Emre’den örnekler verenler;

Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım.

diyemiyor. Başka zamanlarda Peygamber Efendimiz’in hayatından örnekler verenler, bu konuda olumlu bir tavır sergileyemiyor.

Büyüklerimiz, âdâb-ı muâşeret yani «edep ve ahlâk prensipleri»ne riayet ederler ve gençlerimizin, çocuklarımızın da riayet etmelerini isterlerdi. Bu prensipler her gün anlatılmaz, yazılmaz, kültürümüzün geleneğimizin içinde yaşanırdı. Bir yanlış davranışta bulunulunca, bazen îmâlı bir bakışla, bazen bir güzel nükte veya hikâyeyle hatırda kalması sağlanırdı. Zamanla örnek alacağımız insanların sayısı azaldı. Güzel örnekler kitapların sahifelerinde kaldı, îmâlı bakışlar tesir etmez oldu. Hızlı değişmenin farkına varanlar, bu üzüntünün içinde çare aramayı bile düşünemiyor. Sarsıntının sesini duyar gibi oluyorsunuz. Tehlike kapıda, kilitleyemediğiniz kapınız önce hafif bir rüzgârla açılıyor, her şey toz-duman içinde kalacak, kasırganın gelişini hisseder gibi olurken çaresizce bekleyebilir miyiz?

Öğretmen arkadaşlarımız her gün yeni örneklerle üzüntülerini dile getiriyorlar. Zarif bir öğretim üyesi arkadaşım anlatıyordu.

“Ders esnasında sakız çiğneyen genç kızı sınıfta ikaz etmeye utandım, ders sonunda odama çağırıp, neden sakız çiğnediğini sorunca:

«Hocam, bir hata mı yaptım, sakız çiğnememin mahzuru mu var?» diye sorarken çok samimiydi.”

Üsküdar Belediyesi’nin Altunizade Kültür Merkezi’nde Üsküdar Sohbetleri programını, Profesör Şeyma GÜNGÖR ile beraber yapıyoruz. Geçen ayın konusu; «Âdâb-ı muâşeret» idi. Dinleyicilerin de katılımıyla yapılan bir program olduğu için güzel sonuçlar ortaya çıktı. Sonuçları bakanlığa ve Üsküdar Belediyesi’ne rapor hâlinde sunacağız. Bu konuda her kuruluş kendi elemanlarına seminer verse, okullar için zamanımıza uygun bir kitap yazılıp, okullarda uygulamalı dersler olsa, sivil toplum kuruluşları bu konuda seminerler yapsa, televizyonlardan duyarlı olmaları istense… diye isteklerimiz devam edecek.

8 Şubat 2001 yılında vefat eden Türk Edebiyatı Vakfı ve Türk Edebiyatı Dergisini kuran Ahmet KABAKLI Hocamız, «Alperen» kitabında;

“Bu yabancılaşmanın içinde bari mefkûremiz, amacımız yabancı olmasın ki, ağır ağır kendimizi bulalım. Kendimizden başka bugünün Türkçülüğünden de sorumlu olan biz, eğer özümüzü bulamazsak, Türklük dünyası da sarsılır. Onun için mefkûremizin, ümidimizin hedeflerini bulmak zorundayız. Gençliğimize kendine dönüş yollarını göstermeliyiz. Kendine dönüşün üç zamanı ve mekânı vardır: Kendine dönüş;

1. Sultan Alparslan’ın Ahmed Yesevî alperenleriyle Anadolu’yu fethi günleridir…

2. Osman ve Orhan gazilerin, Yunus Emre dervişleriyle İslâmî-millî «Ebedmüddet» devlet ve nizamı kurduğu demlerdir…

3. Erzurum, Sivas ve Ankara’da toplanan Çanakkale gazilerinin, batıya, diktacılığa, taklitçiliğe, yalan ve yolsuzluklara savaş açacak «Âsım’ın Nesli» hâlinde milleti ve devleti yeniden kurmaya giriştikleri 1919-1923 arasıdır.

Bu dönemlerde yeni bir Oğuz-nâme, yeni bir Saltuk-nâme, yeni bir Dede Korkut, yeni bir Safahat ile gidilebilecektir. Türk masal kaynaklarının yedi derya ötesinde sakladığı bu Mehlika Sultan’ı tekrar bularak, onun hasretiyle vuslat etmenin yolunu bize Alperen kitabı gösterebilir. Alperen kitabının hevesinden başka türlü hoşlandım. Sanki yeni bir Dede Korkut kitabı hayal ediyorum. Gücüm olsa yeniden milletimin destanını yazardım. Bu kitapta daha çok milletimin destanının anlamlarını aramaya çalışacağım.

Şimdilerde Ahmed Yesevî yok, Hacı Bektaş yok, Yavuz Selim yok, İbrahim Hakkı Hazretleri yok, Hüseyin Avni ULAŞ yok, Mehmed Âkif yok, Yahya Kemal yok… Biliyorum milletimizin mânâ gücüne kıyıldı, madde gücüne çıkarcılar ipoteği konuldu.”

Kitabı okurken ümitleniyoruz, yukarıda sayılan ve sayılamayan büyükler, eserleriyle aramızda yaşıyor ve bize yol gösteriyorlar. Yeter ki, gürül gürül akan bu mânâ pınarlarından doya doya içmesini bilerek susuzluğumuzu giderelim.

Eserin ön sözünde hocamız: “Alperen kafilesinin başında Peygamber Efendimiz, O’nun dört seçkin arkadaşı (dört halîfe) bulunuyor. Bizim alperenler madde ve mânâda; şiir ve hikmette; sevgi ve merhamette, insaniyete, İslâmiyet’e, ümmete ve millete hizmette, daima Hazret-i Muhammed’i örnek tuttuğu ölçüde ulaşıyor, destanlaşıyorlar.” demektedir. Kitap boyunca alperenlik öğütleri devam ediyor…

ALPEREN EĞİTİMİ NASIL YAPILACAKTIR?

Bu sorunun cevabını eserde bulmak mümkün: “Öğütleri tekke, dîvan, halk şairlerimizde; Dede Korkut’un Oğuzlara, Bilge Kağan’ın Göktürklere çağrılarında, Nef’î’nin, Nâmık Kemal’in gür sadalarında; Evliya Çelebi’nin yârenliklerinde; Sinan Paşa’nın Allâh’a yalvarışlarında; Kaygusuz’un güçlü mizahında; Cevdet Paşa’nın tarihî hikmetlerinde ararsak bulmaktayız.”

Hepimiz Yunus Emre’nin mısralarını ezbere biliriz. Halk şairi Karacaoğlan’ı tabiat ve aşk şairi olarak lise edebiyat kitaplarında anlatırız. Oysa onun duygulu, onurlu, dürüst insanı tarif eden mısraları da vardır.

Mecliste ârif ol kelâmı dinle
El iki söylerse sen birin söyle
Elinden geldikçe sen iylik eyle
Hatıra dokunup yıkıcı olma

El âriftir yoklar senin bendini
Dağıtırlar tuzağını, fendini
Alçaklarda otur gözet kendini
Katı yükseklerde uçucu olma

Muradım nasihat bunda söylemek
Size lâyık olan onu dinlemek
Sev seni seveni zay’etme emek
Sevenin sözünden geçici olma

Mısralarda alperenin zarif tarifini buluyoruz. Meclislerde susmak, dikkatle ârif kişilerin sözünü dinlemek, olgunluğa giden yoldur. Bu yollardan geçmek kolay değildir. İnsanları küçük görme, biraz kurnazlığa niyet edip yanlış yollar denersen, senin hilelerini, kurnazlıklarını sana karşı kullanırlar. Seni seveni sen de sev, onlarla beraber ol.

Vatan sevgisini dile getirirken duyguları yoğunlaşır;

Gurbet elde padişahlık sürmekten
Vatanımda züğürt kalmak yeğ imiş

Yunus Emre’nin;

Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz

dörtlüğündeki duyguları Karacaoğlan’ın mısralarında da görürüz;

Çok kerâmet vardır şu tatlı dilde
Del’ olup gideni yola getirir.
Yaşamaktaki gayeyi dört öğüde sığdırır:
Sana dört sözüm var sakın unutma
Bir öğren, bir öğret, bir oku, bir yaz.

Dürüstlerle yola devam etmeyi, menfaatimiz için bile olsa kötülerle beraber olmaktan, gelecek zararları düşünmemizi ister;

Karac’oğlan der ki: Konmadan göçmem
Her olur olmaza sırrımı açmam
Kötüler köpr’ olsa üstünden geçmem
Taşkın suya uğratırım yolumu

Nefsin esiri olmamayı öğütleyen, dünyanın geçici olduğunu anlatan tasavvufî mısraları da vardır:

Yıkılıp bağ ile bostan,
Ne umarsın bu nefisten?
Hümâ gibi şol kafesten
Bir gün uçar demedim mi?

Mânâ çeşmelerinin başındayız, hepimiz gönlümüze hoş gelen mısralarla susuzluğumuzu giderelim. Bir başka gün televizyonun düğmesine bastığımızda saçmalıklara gülen insanları görünce düşünelim: “Geçmişte biz nelere gülerdik? Edebiyatımızın en güzel örnekleri olan nükteleri anlayabiliyor muyuz? Nasreddin Hoca fıkralarında bize neler söyleniyor?..”

Bir başka yazımızda düşünmeye çalışalım…