Tabiatta ve Gönüllerde BAHAR DİRİLİŞTİR

Dr. Harun ÖĞMÜŞ

Bahar, diriliştir. Sonbaharda çürüyüp toprağa karışan bitkiler baharla birlikte yeniden hayat bulur. Kurumuş yapraklarını eski bir elbise gibi üstünden çıkarıp atmış olan ağaçlar yeni ve yemyeşil bir elbiseye bürünür. Artık sonbahar ve kışın iç karartıcı kısa günleri geride kalmıştır. Yakıcı olmayan şuâlarıyla güneş, bereketlenen günlerde mafsallara âdeta masaj yapar. Kış boyunca dağlarda biriken karların erimesiyle akarsular daha bir coşkulu akmaya başlar. Önceki iki mevsimde son derece hırçın ve haşin olan rüzgârlar mûnisleşir. Kuşların cıvıltısı ve kuzuların melemesi, tabiat sahnesindeki bu neşe ve hareket dolu raksa uygun bir melodi oluşturur. Sonunda bu hayranlık uyandıran manzara ve tabiî mûsıkî insanların da kanını coşturur. Umulmadık duygulara kapılırlar, tutkulu sevdalara düşerler. Kendilerini kırlara ve akarsu kıyılarına atmak isterler…

Allâme Zemahşerî’nin el-Keşşâf adındaki meşhur tefsirine hâşiye yazmakta olan meşhur İran şairi Hâfız-ı Şîrâzî, bir gazelinde bu karşı konulamaz arzuyu şöyle dile getirir:

Be-hân defter-i eş’âr u râh-ı sahrâ gîr
Çi vakt-i medrese vû bahs-i keşf-i Keşşâf’est
Koy da Keşşâf’ı elinden şiir inşâd eyle!
Çık gülistâna garip gönlü biraz şâd eyle!

(Nazmen trc: Harun ÖĞMÜŞ)

Türk edebiyatının erişilmez kasîde şairi Nef’î de, bahar mevsiminde hissettiği bu coşkunluğu Sultan IV. Murad’ı methettiği meşhur kasîdesinde rindâne bir eda ile şöyle terennüm etmektedir:

Esdi Nesîm-i nevbahâr, açıldı güller subh-dem
Açsun bizim de gönlümüz, sâkî meded sun câm-ı Cem

Gül devri ‘ıyş eyyâmıdır, zevk u safâ hengâmıdır
Âşıkların bayrâmıdır, bu mevsim-i ferhunde-dem

Dönsün yine peymâneler, olsun tehî hum-hâneler
Raks eylesün mestâneler, mutripler ettikçe negam…

Ancak bahar da gelse böyle bir coşkunluğu hissedebilmek herkese nasip olmaz. Bu bir istidat meselesidir. Bu istidâdın zirve noktasına ulaştığı kimseler, coşkunluk hissetmek için bahara bile ihtiyaç duymaz ve Hâmid gibi; «Karlar altında nev-bahârım ben» diyerek coşkusunu dışa vurur.

Ama beri tarafta Şeyhülislâm Yahya Efendi, -Yahya Kemal’in matla‘ beytini iktibas ederek tanzîr ettiği- bir gazelinde bahar coşkusunu hissetmekten mahrum kalan gönlüne şöyle serzenişte bulunur:

Erdik bahâra sen yine şâd olmadın gönül
Güllerle, lâlelerle küşâd olmadın gönül

Demek ki tabiattaki bu neşve ve şevk, bahar coşkusunu hissettirmeye kâfî gelmez. Tabiatın yaratıcısının, insanın tabiatını da o şevke uygun hâle getirmesi gerekir. Eğer insanın hâlet-i rûhiyesi onlara uygun değilse, yani ağzının tadı bozuksa bahar ya da başka bir şey onu coşturamaz:

Bu gönlü coşturacak nesne kalmamış heyhât!
Ne gitmek istediğim yer, ne bindiğim bir at,

Ne sohbet etmeye meclis, ne işret etmeye mey,
Ne dinledikçe sükûn bulduğum kemençe ve ney,

Ne bilmek istediğim feylesofça bir gerçek,
Ne bir bohem gibi ömrüm boyunca zevk etmek,

Ne mal, ne mülk, ne koltuk, ne çevreden alkış,
Ne dâim özlediğim zâhidâne bir yaşayış,

Ne ağlamak için uğrunda sevdiğim bir yar…
Teneffüs etmek için yer küçük, ufuklar dar!
(Harun ÖĞMÜŞ)

Böyle bedbin zamanlarda tabiatın gülüp açılması kıskançlığa ve şöyle yakınmalara bile sebep olur:

Nideyim sahn-ı çemen seyrini cânânım yok
Bir yanımca salınır serv-i hırâmânım yok

Demek ki yılın değişik mevsimleri olduğu gibi insanın da farklı çağları vardır. Bir çağı diğerine uymaz.

Bu, fert hayatında böyle olduğu gibi milletlerin hayatında da böyledir. İnsanlık tarihine bir bakış atarsak, yeşeren bahar ve solan hazanların bir hülâsasından ibaret olduğunu görürüz: Mezopotamya ve Mısır medeniyetleri ile «Doğu» bahar coşkusunu yaşarken, «Batı» henüz hayatta bile değildi. Sonradan Yunanlılar doğudaki bu medeniyetlerden biraz feyiz aldı ve yepyeni bir bahar tazeliği yakaladılar. Onların bahçesinde yetişen Makedonyalılar ve Romalılar, bu arada solmaya yüz tutan doğuya da birkaç demet çiçek götürmeye çalıştılar. Ancak doğunun fıtratında bulunan hikmet ve nübüvvet pınarları yeniden ve daha gür fışkırdı. Hiçbir fatihe nasip olmayan çok kısa bir zaman diliminde ruhları da kapsayan bambaşka ve çok büyük fetihler gerçekleştiren Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiği İslâm baharı işte böyle ortaya çıkıp gelişti.

İslâm, değerli edebiyat tarihçimiz Nihad Sâmi BANARLI’nın isabetle kaydettiği gibi, medeniyet kurmuş olan yegâne dindir. O, kendi kaynaklarından saf bir medeniyet çıkardığı gibi, İran ve Hint gibi eski medeniyetlere de saygı duymuş ve onlardan faydalanmıştır. İskender’in kendi coğrafyasına getirdiği Yunan medeniyetini, bu çağlarda hoyrat bir güz ve kara bir kış yaşamakta olan Yunanlıların ahfâdına yeniden tanıtarak özündeki vefayı göstermiştir. İnsanlık, bugün ulaştığı bu akıl almaz inkişaflara ve faydalandığı teknolojik konfora İslâm medeniyetinin Endülüs kanalıyla Avrupa’ya şırınga ettiği bu aşı sayesinde ulaşmıştır.

Bugün İslâm, sapasağlam durmakla birlikte, müntesipleri ecdadına lâyık olmadıkları acınacak bir hâldedir. Ancak ümitsizliğe yer yoktur. Eski ihtişamlı çağları yeniden yakalamaya hiçbir mânî yoktur. İşte bir terazinin kefeleri gibi bir kıtada yükselirken diğer kıtada alçalan insanlığın serencâmı bunun delîlidir. Bir tarafın daima galip ve muzaffer olması, uğruna âlemleri yarattığı Peygamber’ine bile Uhud’u yaşatan Allâh’ın hikmet ve kanunlarına aykırıdır. O, hikmeti gereği zaferleri insanlar arasında nöbetleşe döndürür durur.1

Müslüman ümitsizliğe düşmez. Çünkü ümitsizlik küfürle eşittir. Allâh’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keserler.2 Güzün ölen tabiata baharla birlikte yeniden ruh üfleyen Allah, İslâm âlemine de elbette yeni bir hayat bahşedecektir. Kaldı ki bu konuda vaadi de vardır.3 Yeter ki biz gayret edelim, nemelâzımcılık etmeyelim, coşku ve heyecanımızı kaybedip atâlete düşmeyelim.

Bazen alışkanlık sebebiyle alelâde hâle geldikleri için, bazen de başka sebeplerle gönlü coşturması gereken güzelliklere hak etmedikleri vurdumduymaz tepkiler verilmesi tabiî karşılanabilir. Ancak bu hâlin gittikçe artması ve devamlılık arz etmesi insanı âtıl hâle getiren tehlikeli bir keyfiyettir. Bu sebeple geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bile, kalbi zaman zaman durgunlaştığı için günde yüz kere tevbe ve istiğfar ettiğini belirtmektedir.4

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu ifadesi göz önüne alınmalı ve Allah Teâlâ’nın ikazı da hiç akıldan çıkarılmamalıdır:

“Îman edenlerin kalplerinin Allâh’ı ve Cenâb-ı Hak tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirilme vakti gelmedi mi? Sakın onlar daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar. Zira Kitab’ı tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet ve kanıksama meydana gelmiş, neticede kalpleri katılaşmıştı. Hattâ onların çoğu büsbütün yoldan çıkmışlardır. İyi düşünün ki Allah, bütün yeryüzünü bile ölümünden sonra diriltiyor; gevşeyen ve uyuklayan gönülleri de böylece diriltebilir. Zaten aklını çalıştıran, zihnini işleten kimseler için bu canlanmayı gerçekleştirecek âyetlerimizi iyice açıklamış bulunuyoruz.” (Hadid 57/16-17)

1 Bkz. Âl-i İmran 3/140
2 Yusuf 12/87
3 Bkz. Nur 24/55
4 Müslim, el-İstiğfar ve’l-İstiksâr minh, 1.