SİZ DE BÖYLE İDİNİZ!

Ömer ÇELİK
omercelik08@hotmail.com

Unutmayın ki Daha Önce,

Psikolojide «empati» vardır. Empati, karşında bulunan, iletişim kurmak istediğin kişinin düşüncelerini okuyarak, ruh hâlini tahlil ederek, onu senin seni de onun yerine koyarak davranma becerisidir. Hissî zekânın kuvvetli olmasıdır. Çocukla çocuk, büyükle büyük, yetimle yetim, gariple garip, dertli ile dertli olabilmektir. Bunun en güzel misalleri Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve Allah dostlarının hayatında sergilenmiştir:

İnsanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü Mekke’nin fethi günü, huzuruna gelen ve konuşurken korkudan titremeye başlayan hemşehrisine, onun hâlini çok iyi anladığını hissettirmek üzere şöyle sükûnet telkin etmiştir:

“Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme validelerini kastederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Hâkim, III, 50/4366)

İnsanın yaptığı empatideki başarısı; gönül zenginliği, ahlâkî durumu, şefkat ve merhameti, bilgi ve tecrübesi büyük önem arz eder. Hâdiselere vukufiyeti, olayın birkaç adım sonrasının keşfedilmesi, firaseti, basiret gözünün açık olması mühimdir.

Dünyada ne kadar insan varsa maddî-mânevî o kadar problem, o kadar hayata farklı bakış açısı var. Bu problemlerin farkında olmak, farklı bakış açılarını değerlendirerek insanlara en faydalı olacak davranış modeli geliştirebilmek büyük bir firaset ve duygu derinliği gerektirmektedir. İşte Kur’ân-ı Kerim, yer yer bizden böyle bir duygu derinliği, inceliği, karşımızdakinin hâlini anlayabilecek bir akıl ve ruh kıvraklığı istemektedir. Bu yerlerin dikkat çekenlerinden biri de savaş, cihad ve tebliğ zamanlarında muhatabımızın durumunu iyi değerlendirmek, onları İslâm’a kazandırmak için oldukça ince ve hassas hareket etmek, bu yönde onlardan gelebilecek en küçük yönelişlerin bile farkında olabilmektir. Bunun için de kendimizin İslâm’la tanışmadan veya İslâm’ı tam olarak öğrenmeden önceki hâlimizi ya da İslâm’la tanışmamış olma ihtimalini hatırımızdan çıkarmamaktır. Bu hususla alâkalı olarak âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Ey îman edenler! Allah yolunda (cihad için) sefere çıktığınız zaman iyice araştırın da, size selâm veren (veya teslim olan) bir kimseye, dünya hayatının geçici menfaatlerini arzulayarak: «Sen mü’min değilsin (veya sana eman yok).» demeyin. (Şunu bilin ki) Allah katında pek çok ganimet vardır. Daha önce siz de böyle idiniz de, Allah size (hidayeti) lutfetti. O hâlde iyice araştırın (da bir yanlışlık yapmayın)! Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa 4/94).

Âyetin sebeb-i nüzûlü olan hâdise kısaca şöyle cereyan eder: Bir gazâ esnasında Üsâme bin Zeyd ve ensardan bir kişi, hücum ettikleri düşman topluluğundan bir adamı sıkıştırırlar. Üzerine yürüyünce, adam: «Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur!» der. Buna rağmen adamı öldürürler. Hâdiseyi duyan Efendimiz Üsâme’ye:

“–Ey Üsâme! Lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün mü?” buyurur. O:

“–Yâ Rasûlâllah! O, bu sözü sadece canını kurtarmak için söyledi.” der. Peygamber Efendimiz tekrar:

“–Lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün mü?” (Kalbini mi yardın ki, bu sebeple söyleyip söylemediğini bilesin?) (Müslim, Îman 158) diye yine sorar ve bu sözü o kadar çok tekrarlar ki, Üsâme, daha önce Müslüman olmamış olmayı bile temenni ettiğini söyler (Buhârî, Diyât 2; Müslim, Îmân l58-159).

İslâm’da cihadın gayesi ne toprak işgal etmek, ne ganimet elde etmek ne de şu veya bu sebeple insan hayatına son vermektir. İslâm, cihadı; insanla Rabbi arasındaki engelleri kaldırmak ve onu Allâh’a teslim olmuş bir kul hâline getirebilmek için farz kılmıştır. Bu teslimiyetin mânâsı da herkesi Müslüman yapmak değil, hidayetten nasibi olanlara onun yolunu aralamak, bunun dışında kalanları da İslâm’ın hâkimiyetine boyun eğdirmektir.

Âyetin; “Daha önce siz de böyle idiniz de, Allah size (hidayeti) lutfetti. O hâlde iyice araştırın (da bir yanlışlık yapmayın)!” kısmı, mü’minleri, kendi geçmişlerini ve İslâm’a henüz yeni girip ısınırken yaşadıkları duyguları tefekküre yönlendirmektedir. O zamanki hâllerini ve psikolojilerini düşündükleri zaman, kendilerine; “selâm verenleri, «Müslüman oldum.» diyenleri, kelime-i tevhîdi söyleyenleri…” bu beyanlarında samimî kabul edecek, bunun tabiî ve makul bir durum olduğunu daha rahat anlayacaklardır. Çünkü Müslüman olduğu hâlde henüz hicret etme imkânı bulamamış, mü’minlerle tanışamamış, kabilesi içinde îmanını gizleyerek yaşama durumunda kalmış olanlar hep böyle yapmışlar, Müslüman olanlarla ilk karşılaştıklarında ya selâm vererek veya kelime-i tevhîdi söyleyerek durumlarını anlatmaya çalışmışlardır. Diğer taraftan bir kimsenin îmana gelmesi bazen birden olabildiği hâlde bazen da peyderpey gerçekleşmektedir. Bu bakımdan hidayette ilk adımın atılması ve kişinin kalbinde îman istikametinde ilk defa bir meylin oluşması fevkalâde mühimdir. O hâlde Müslümanların başlangıçta dikkatli olmaları ve îmanı tedâî ettiren en küçük işaretlerle bile iktifa etmeleri, hem yanlış bir davranışta bulunmalarına mânî olacak hem de insanların hidayete kavuşmalarını daha da kolaylaştıracaktır.

Kur’ân’ın cihad hâlindeyken tavsiye ettiği bu yaklaşım tarzını aslında hayatın her alanında uygulamak en doğru olanıdır: Zenginin fakire, sıhhatlinin hastaya, ana-babası olanın yetime, garibe, hidayette olanın günah ve dalâlet çukurlarında boğulanlara, mânen nimete erenlerin böyle olmayanlara, gözü görüp-kulağı işitenin bu nimetlerden mahrum kalanlara hep bu şefkat ve merhamet gözüyle bakması ve ona göre bir hayat anlayışı geliştirmesi gerekir ki âhenkli bir düzen gerçekleşebilsin.

Göğsü kınalı şu küçük serçenin hâli, dikkatlerimizi hayatın gizemli taraflarına çevirmemize ve etrafımıza daha hassas bir kalple bakıp daha derin bir tefekkürle düşünmemize yetecek güçtedir:

“Göğsü kınalı bir serçe varmış. Gök gürlediği zamanlar tir tir titreyerek yere yatar, gök yıkılmasın diye de ayaklarını havaya kaldırırmış. Bir yandan da;

«–Korkumdan kırk kantar yağım eridi.» dermiş. Bir gün birisi demiş ki:

«–Sen kendin beş dirhem gelmezsin; nereden oluyor da kırk kantar yağın eriyor?» Bunun üzerine serçe şu cevabı vermiş:

«–Herkesin kendine göre dirhemi, kantarı var; siz ne anlarsınız!»