Ferde, Cemiyete, Tüm İnsanlığa ADALET CEMRESİ

Naci ÖZTÜRK

Her Cuma hutbesinde bir âyet-i kerîme ve mealini dinliyoruz. “Şüphesiz Allah Teâlâ adaleti … emreder.” Demek ki adalet Hakk’ın bizden istediği en önemli vazifelerimizden…

Nedir adalet?

Adalet; sadece mahkemelerde hakkın, hukukun yerine gelmesinden ibaret değildir. Adalet; «herhangi bir şeye hakkını vermek» demektir ve iç âlemden dış dünyaya kadar pek çok buutta yerine getirilmelidir.

Kişinin kendi nefsinin, bedeninin ihtiyaçlarını gözetmesinden, ailesine, çocuklarına karşı vazifelerini yerine getirip, onlara insanca muamele etmesine kadar şahsî hayat gibi görünen pek çok şey ile başlar adalet.

Adaletin toplumla ilgili de pek çok tarafları vardır. İçtimaî adaletin sağlanmasında üzerine düşeni yapmış sayılması için, insanoğlunun; diğer insanlara iyilikte bulunması, zayıflara merhamet etmesi, yetimi kollaması, haksızlıkla mücadele etmesi… gibi pek çok noktada gayret etmesi elzemdir.

Adalet öyle şümullüdür, sahası o kadar geniştir ki insanın hayvanlara merhamet etmesi, çevreyi gözeterek ekolojik dengeyi bozmaması da adaletin icabıdır.

Sosyal dayanışma ve adaletin en önemli müesseselerinden biri zekâttır. Zekât, zenginin serveti içindeki, fakire, mahruma ait malûm haktır. O hakkı çıkarıp vermek lütuf değil, adaletin yerine getirilmesidir. Bu hak teslim edildiği zaman, fakirin gözü zenginin servetinde kalmayacak, adalet yerini bulduğundan memlekette huzur ve sükûn olacaktır.

Kader plânı içerisinde insanların çoğu kez farkına bile varamadığı nice adalet tabloları vardır. Pek mânidar olan şu kıssada adalet imtihanından geçemeyen, fakirin hakkını çiğneyen bir kişinin başına gelenler anlatılır:

Bağdat’ta kıtlığın hüküm sürdüğü bir senedir. Fakir bir adam, içinde ekmek piştiği sokağa kadar yayılan kokusundan belli olan evin kapısından seslenir:

“Allah rızâsı için biraz ekmek… Günlerdir ağzıma lokma girmedi.”

Tandırın başındaki kadın, taze bir ekmeği kızına uzatıp:

“Ver kızım, şu fakire.” der.

Kızcağız tam ekmeği verirken dışarıdan cimri babası içeri dalar, fakirin elinden ekmeği aldığı gibi elindeki sopayı da kızının eline indirir! Kızcağızın eli sakat kalmıştır ve bir daha düzelemeyecektir.

Dünya bu… Hayat inişli-çıkışlıdır… Kısa zamanda bu cimri adamın işleri bozulur, eski varlığından eser kalmaz, işini de kaybeder. Hattâ öyle bir hâle düşerler ki, bir lokma ekmeğe muhtaç kalırlar. Bir akşam perişan vaziyette eve gelir, kızına şu acı sözleri söyler:

“Artık benden ümidini kes kızım. Çarşıya in ve bir ekmek parası bul.” Kızcağız utana sıkıla çarşıya iner. Sattıkları dükkânın karşısında beklerken, kendisini gören dükkândaki adam hemen yanına gelerek:

“–Sen, masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada?” diye sorar. Zavallı kızcağız bir yandan sakat kalan elini saklayarak:

“–Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdığa rastlarsam ekmek parası isteyeceğim, onun için bekliyorum…” der. Kızcağızın bir elini arkasına saklaması adamın dikkatini çeker ve;

“–Niçin saklıyorsun elini?” diye sorunca kızcağız olup biteni anlatır. Adam o zaman:

“–O fakir ben idim, seni görünce; «Bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor.» diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban nimeti verene şükretmediği için Allah onun dükkânını elinden alıp bana nasip etti. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi. Ben, aynı nankörlüğü yapmak istemem. Haydi gel, babandan seni isteyip nikâhımızı kıyalım ve onu da sıkıntıdan kurtaralım.” der.

Adalet, her zaman hikâyedeki gibi mutlu sona bağlanarak tecellî etmez. Bu sebeple hak ve hukuk konusunda çok hassas olunmalıdır.

Adalet denince aklımıza gelen, hattâ adaletin ta kendisi mânâsında, kendisine «Ömeru’l-Adl» denilen büyük İslâm halîfesi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti bu hassasiyet numuneleri ile doludur.

Hilâfeti zamanında bir gün Hazret-i Ömer’e 400 dirhem para lâzım olur. O da bu parayı ashab içinde zenginliğiyle mâruf olan Abdurrahman bin Avf Hazretleri’nden ister. Abdurrahman bin Avf, Hazret-i Ömer’e:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Parayı benden mi istiyorsun? Hâlbuki beytülmal senin elindedir. Parayı oradan al, sonra iade edersin.” deyince Hazret-i Ömer şöyle mukabelede bulunur:

“–Ey Abdurrahman! Parayı senden istiyorum. Zira emr-i ilâhî vukû bulduğunda veya borcumu ödeyememe gibi bir durumda seninle helâlleşmek kolay olur. Ya terekemden ödenmesini vasiyet ederim yahut helâlleşiriz. Ama ben bu borçlanmayı devlet hazinesinden yaparsam, bütün ümmet-i Muhammed ile helâlleşmem lâzım gelir ki, bu da mümkün değildir. O takdirde ne benim malım onu ödemeye kâfî gelir ne de sevabım âhirette beni kurtarır. Bu kadar ağır bir yükün altına girmeye cesaret edemedim.”

Hak ve hukukun böyle hassas bir şekilde gözetilmesi, Hazret-i Ömer devrinde öyle bir feyiz ve berekete yol açmıştı ki, adalet İslâm topraklarının her yanına âdeta sinmişti. Bu hakkaniyet ölçülerinin dağdaki kurtları bile tesiri altına aldığına dair şu kıssa çok ibretlidir:

Hazret-i Ömeru’l-Fâruk devrinde dağda koyun otlatmakta olan Rabbine bağlı, son derece müttakî bir çoban vardı. Çoban, koyunlarını her kötülükten emin bir vaziyette güdüyor, koyunlara hakikaten hiçbir zarar gelmiyordu. Fakat bir gün dağdan inen bir kurdun sürüye saldırarak bir koyunu kaptığını görünce feryat edip, ağlamaya başladı. Yanındakiler:

“–Bu kadar ağlamana ne gerek var? Kurt bir koyun kapmış, diğerleri duruyor ya…” diyerek çobanı teselli etmek istediler. Çoban ise:

“–Ben, koyunun gittiğine değil Hazret-i Ömer’in vefatına ağlıyorum.” dedi. Etrafındakiler çobanın bu sözüne şaşırdılar fakat bir müddet sonra Hazret-i Ömer’in şehid edildiği haberi duyulunca çobanın haklı olduğu anlaşıldı.

Yâ Rabbi! Ey Âdil-i Mutlak Rabbim, Sen bizlere rahmetinle muamele eyle!.. Bizlere adaletli idareciler nasip eyle. Bizlere de mes’ûliyetini yüklendiğimiz kişilere adaletle davranmayı nasip eyle. En büyük adaletin tecellî edeceği, en hassas mizanın kurulacağı o günde hesabı temiz olanlardan olmayı da cümlemize nasip eyle Allâh’ım…

Âmîn…