Şeyhülislâm YAHYA VE NÜKTELERİ 3

ŞAİR VE NÜKTE

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
noztoprak@marmara.edu.tr

IV. Murad, Şeyhülislâm Yahya’yı çok seviyordu. Onun sohbetinden zevk alıyor, fikirlerinden istifade ediyordu. Bu yüzden onu yanından ayırmıyordu. Kendisine «baba» diye hitap ediyordu. 1644’te Revan Seferi’nde de beraberinde götürmüştü. Bu seferde Tebriz’deki Gürcü Hükümdarı Sultan Hasan’ı idam ettiren padişah Sultan Hasan Camii’ni de yıktırmak istemişti. Yahya Efendi’nin gönlü bir ibadethanenin yıkılmasına râzı değildi. Tarihçi Nâimâ’nın verdiği bilgiye göre Şeyhülislâm Yahya Efendi, şefaat edip; «bu cami aslında ehl-i sünnet binasıdır…»1 diyerek durumun nezaketine uygun zekice bir yaklaşımla camiyi yıkılmaktan kurtarmıştır.

Sultan IV. Murad, bu âlim ve ileri görüşlü insanı Bağdat Seferi’ne de götürmüştür. Sefer esnasında da balyemez topların nehirden götürülmesi fikrini doğru bulmayarak hiç değilse bir kısmının orduyla birlikte götürülmesini tavsiye etmiş, padişah da onun bu görüşü doğrultusunda hareket ederek 20 topun karadan diğerlerinin nehirden gönderilmesini ferman buyurmuştu. Nehirden gelen topların ordu Bağdat’a vardıktan 20 gün sonra gelmesi onun ileri görüşlülüğünü göstermişti.2

Genç padişah IV. Murad’ın şair olması da Yahya Efendi’ye karşı muhabbetini besliyordu. Fırsatını buldukça karşılıklı şiirler söylerlerdi. Bağdat Seferi esnasında padişahın bir ara yolu Akşehir’e düştü. Kasabanın güneyindeki Baş Tekye mesiresine gitti. Akşamüstü mesirede gezinti sırasında, karaladığı beyitleri tanzir etmesi isteğiyle ona verdi:

Behiştden kıt’adur hakkâ ki bu işret-geh-i zîbâ
Buna dâhil olan mürde olubdur zevk ile ihyâ

Murâdî feth-i İrandan kaçan kim gitdi Bağdâd’a
Tena’um eyledi içdi bu kevserden şarâb-âsâ

Sultan bu beyitlerinde Baş Tekye mesiresinin cennetten bir parça olduğunu, yaşanılacak bu güzel mekânın ölüyü bile dirilttiğini, kevsere benzeyen suyundan şarap gibi içtiğini belirtiyordu. Yahya Efendi’nin cevabı gecikmedi. Aynı gün gurup vaktinden önce padişahın beyitlerinin altına kendi beyitlerini sıraladı. Onun için söz tükenmez bir hazineydi. O da bu hazinenin sahibi idi. Şöyle karşılık verdi:

Zihî cây-ı ferah-bahş-ı safâ-güster hayât-efzâ
Nebâtından yese bir murg ola ol tûti-i gûyâ

Behiştün kıt’ası derdüm velî reşk-i behişt olmuş
Kudûm-i pâdişâhiyle bu nüzhetgâh-ı bî-hemtâ

Suyun Kevser diye nazmında övmüş ol şeh-i âdil
Hoşâ pâkîze nazm-ı rûh-bahş âb-ı letâfet-zâ

Diye ihlâs ile yerde beşer gökde melek âmin
Duâ etdikçe ol şâh-ı cihâna sıdk ile Yahyâ

Şeyhülislâm Yahya beyitlerinde özetle şunları söylüyordu: “Burası insanı canlandıran, safalar veren ne güzel bir yerdir. Bir kuş buranın nebatından yese dile gelip konuşan papağan gibi olur. Bu eşsiz gezinti yerine cennetin parçası derdim ancak padişahın ayak basmasıyla cennet bile onu kıskanır olmuş. O adaletli padişah, şiirinde mesirenin suyunu kevsere benzeterek övmüş onun bu şiiri ne hoş, saf, ruh bağışlayıcı tıpkı letafet veren su gibi. O cihan padişahına Yahya dua ettikçe; yerde insanlar, gökte melekler ihlâs ile «âmîn» der.”

Bu karşılıklı yazılan şiirler dolayısıyla bir hususa temas etmeden geçmek doğru olmayacaktır. Günümüz insanı eski şiiri değerlendirirken bu şiirin çoğunun hayal ürünü ve kurgu olduğunu düşünür. Bu düşünce yanlış değildir. Şair kendini, sürekli olmadığı şekilde gösterir. Çok zengin biri kendisinden «fakir» ve «hakir» şeklinde söz edebilir. Ömründe ağzına bir damla bile içki koymamış biri şiirlerinde kendini meyhane köşelerinde küp diplerinde yığılıp kalmış bir ayyaş olarak tanıtır. Ancak burada ihmal edilen veya unutulan bir gerçek vardır: Dîvan şairinin bir ayağı hayal ve kurgu dünyasında dolaşırken diğer ayağı gerçek dünyada sabittir. Unutulmaması gereken husus şairin ilham kaynağının bizzat gerçek hayat ve çevre oluşudur. Yukarıdaki beyitlerde de şairler bir mesire yerinin güzelliğini dîvan şiiri kalıpları içerisinde mübalâğalı bir üslûpla dile getirmişlerdir.

Şeyhülislâm Yahya bir mısraında sözünü ettiğimiz cahillere;

Söyleyenler kendisin bilmez, bilenler söylemez.

diyerek ne de güzel cevap veriyor.

Şeyhülislâmlık makamına üç kez getirilip indirilen Yahya Bey;

Câme-i ikbâl kûteh kadd-i istiğnâ dırâz

diyerek; “İkbal elbisesinin kısa, istiğna boyunun uzun” olduğunu hayatı boyunca hiç unutmadı. Bu sebeple devlet görevindeyken bile dinden, ilimden ve şiirden hiç kopmadı, her üçünde de başarılı oldu. Ebussuud Efendi’den sonra gelen en değerli şeyhülislâm kabul edildi. Şairlikte ise şair şeyhülislâmların hepsinden üstün olduğu gibi Türk edebiyatının da özellikle gazel vadisinde en büyük şairlerindendir. Ahlâklı, güler yüzlü, tatlı dilli, âlim ve nüktedan bir kişiliğe sahip Yahya Bey’i hem halk hem aydın kesim çok seviyordu. Siyasetçiler her zamanki gibi onu da ömrünün son dönemlerinde harcadı. Çekemeyenler, hakkında kötü söyleyerek padişahı doldurdu ve onu azarlattılar. Hakaretlerden sonra çok yaşamadı. 1053 Zilhicce’nin 18. gecesi (28 Ocak 1644) vefat etti.

Cenazesi Fatih Camii’ni dolduran halkın parmakları ucunda taşındı. Devlet adamları bilemedi ama ulemâ ve halk onun kıymetini iyi anlamıştı. Kâtip Çelebi onun için: “… latîfe-gûy, küşâde-rûy, hoş-sohbet, şâir-tabiat, mütevazı, halûk ve kerîm, zamanında nazîri adîm idi. Müftülük Ebussuud Efendi’de kemalin bulup bunlarda hatm oldu.” der. Birçok şair kendisi hakkında övücü şiirler yazmışlardır. Tahir OLGUN ve Nef‘î’nin şiirlerini aşağıya kaydediyoruz.

Tahir OLGUN’un beyitleri:

İlimde edepde yegâne idi
Tanınmış olanlar hep böyle dedi

Kaside tarzına etmemiş rağbet
Gazelde göstermiş muvaffakiyet

Berceste şiirinde incelik çoktur
Rindane sözünde tekellüf yoktur

Hâfızla Bâkî’yi tutup da örnek
Vermiş eşârına husûsî âhenk

Zannetme yalnız yoluna gitmiş
Bazen de Bâkî’den mânâ nakletmiş

Külfetsiz bir kudret vardır özünde
İstanbul şivesi parlak sözünde

Bâkî’nin üslûb-ı şûhânesini
Tab’ı bülbülünün terânesini

Bir asır sonraki Nedîm’e vermiş
Bir beytinde o da bunu göstermiş3

MUKATTA DER TA’RÎF-İ
ŞEYHÜLİSLÂM YAHYÂ EFENDİ

mef‘ûlü / mefâ‘ilün / fe‘ûlün

Ey pâdişeh-i serîr-i dâniş
Vey husrev-i bârgâh-ı ma‘nâ

Cem-rütbe şeh-i suhan kalem-rev
Meh-kevkebe pâdişâh-ı ma‘nâ

Deryûze-ger cenâb-ı tab’ın
Şâhân-ı cihan-penâh-ı ma‘nâ

Tâ’bîr-i bülend-i şâh-beytin
Unvân-ı berât-ı câh-ı ma‘nâ

Saf çekse ne dem sütûr-ı hattın
Ey safder-i rezm-gâh-ı ma‘nâ

Gûyâ ki olur devât u hâmen
Tabl u alem-i sipâh-ı ma‘nâ

Gülmîh-ı der-i harîm-i fazlın
Hûrşîd-beyân u mâh-ı ma‘nâ

Muzmir dem-i nutk-ı dilkeşinde
Feyz-i dem-i subhgâh-ı ma‘nâ

Zâhir hat-ı nazm-ı revişinde
Mehtâb-ı şeb-i siyâh-ı ma‘nâ

Perverde-i feyz-i ebr-i fikrin
Bostân-ı suhan giyâh-ı ma‘nâ

Vâdî-i hayâl-i dil-firîbin
Nezzâre-geh-i nigâh-ı ma‘nâ

Her dürr-i sitâre tâb-ı nazmın
Pîrâye-i şeb-külâh-ı ma‘nâ

Her şâhid-i nâzenîn-lafzın
Revnak-dih-i ıyd-gâh-ı ma‘nâ

İdrâk-ı tahayyül-i dakîkin
Fehm-i hıred intibâh-ı ma‘nâ

Endîşe-i intihâ-yı medhin
Vehm-i galat iştibâh-ı ma‘nâ

Tâ kim ola kişver-i suhande
Âmed-şud-ı şahrâh-ı ma‘nâ

Ol mesned-i mekrumetde dâim
Memdûh-ı suhan penâh-ı ma‘nâ4

1 Nâimâ, Tarih-i Nâimâ, İstanbul 1280, c. 3, s. 254.
2 Nâimâ, a.g.e., c. 3, s. 354.
3 Tahir OLGUN, Türk Edebiyatına Dair Manzum Bir Muhtıra,
İstanbul 1334, s. 79.
4 Nef’î Dîvânı, haz. Metin AKKUŞ, Akçağ Yay., Ankara 1993,
s. 271-272.