Mehmed Âkif’ten BİR İBRET TABLOSU

Dursun GÜRLEK

dursun.gurlek@mynet.com

Tarih sayfalarına isimlerini altın harflerle yazdıran dâhîlerin, küçük birer çocukken bile dehâ örnekleri sergilediklerini, son derece mantıklı cümleler kullanarak, kendilerinden büyük insanları hayretlere düşürdüklerini biliyoruz.

Fatih Sultan Mehmed de, bu önemli şahsiyetlerden birini teşkil ediyordu. Bilindiği gibi, genç padişah, çocuk denilecek bir yaşta tahta çıkınca, haçlılar bunu bir fırsat kabul ediyorlar, Osmanlı’ya çullanmak için derhâl harekete geçiyorlar. Tecrübeli ve yaşlı devlet adamları, tehlikenin adım adım yaklaşmakta olduğunu görerek, II. Mehmed’e telkinde bulunuyorlar. Babası II. Murad’ı tahtına çağırmasını, haçlı ordusuyla onun savaşmasını istiyorlar. Genç hükümdar bu isteği yerine getirip, babasını göreve çağırıyorsa da, II. Murad aldırış etmiyor. Hâlbuki ülke, kritik bir durumla karşı karşıyadır. İşte tam bu sırada, II. Mehmed, babasına, tarihe geçen şu cümlelerle haber gönderiyor.

“Eğer padişah sen isen, düşmanın adım adım yaklaşmakta olduğu böyle kritik bir zamanda gel, tahtına otur. Yok padişah ben isem, emrediyorum, ordunun başına geç, dizginleri eline al!”

Bilindiği gibi II. Murad, tam bir mantık şâheseri olan bu söz karşısında diyecek bir şey bulamıyor, eski tahtına geçerek, Kosova’da haçlı ordusuna müthiş bir darbe indiriyor.

Buna benzer bir olaya, büyük şairimiz Mehmed Âkif’in de «Safahat»ında yer verdiğini biliyor muydunuz? Adı geçen eserde, «Dırvas» başlığıyla yayımlanan bu güzel manzûmeyi, merhum Tâhiru’l-Mevlevî, o güzel Türkçesiyle nesre çevirmiş ve 16 Haziran 1949 tarihli «İslâm Yolu»nda yayımlamış. Bu ibret verici yazıyı, eski bir mecmuanın sararmış yaprakları arasında kaybolup gitmemesi için, değerli okuyucularıma takdim ediyorum. Mehmed Âkif ve Tâhiru’l-Mevlevî’yi rahmetle anarak sözü kendilerine bırakıyorum:

Derler ki: Emevî hükümdarlarından Hişam bin Abdülmelik’in devrinde Şam civarında üç sene kuraklıktan dolayı ekin olmamış da, çöldeki bedevîler can kaygısına düşmüşler, çok zor durumda kalmışlar, her çadır bir mezar hâlini almış. İçlerinde iskelet şekline girmiş birkaç canlı cenaze uzanmış. Bu âfetin sürüp gittiğini gören kabile şeyhleri bir köyde toplanmışlar ve şöyle konuşmuşlar:

Mademki bu halkın şeyhleri ve reisleriyiz. Kalkın Hişam’a gidelim ve lütfuna ilticâ edelim. Hükümdarımız hâlimizi bilse merhamet etme ihtimali vardır. Ak sakallı bir bölük ihtiyar, içinde bulundukları hâli emire anlatır da halkı merhamete lâyık görmez mi? Sultansa da taştan bir insan değil ya?

Buna karar verilince bazıları;

“Aramızda Dırvas da bulunsun. Daha çocuktur ama ondaki talâkat (güzel konuşma kabiliyeti) kimsede yoktur.» derler. Dırvas da şeyhlerin arasına katılır. Bu heyet Şam’a girince;

“Beş-on kabile şeyhi geldi.” diye Hişam’a haber verilir. O da:

“Derhâl saraya gelsinler.” emrini verir.

Heyetle birlikte Dırvas da huzura girer. Önce dua eder, sonra söze başlayacak olur, lâkin ak sakallı ihtiyarlar dururken bir çocuğun söz söylemesi hükümdara garip gelir ve:

“Çocuk sen sus! Büyükler dururken, çocuk konuşur mu?!” diye tekdir eder. Dırvas da:

“Şimdi bu tekdir (azarlama) neden icap etti? Yaş, zekâ için bir ölçü müdür? Sen Dırvas’ı çocuk mu sanıyorsun? Bir kere dinle de beğenmezsen sustur.” cevabını verdikten sonra sözüne devam eder ve der ki:

“Üç yıldan beri devam eden kuraklık ve sıcaklar bizi de kavurup yaktı. Binlerce çadır kapandı. Çöl, mahşer hâlini aldı. Daha önce şehirdekileri besleyen kabileler halkı, köy köy dolaşıp dileniyor. Hâtim-i Tâî* gibilere cömertlik öğreten Araplar, bugün bir ekmek parçasına can veriyorlar.

Açlık, ölümün yardımcısı olmuş, çöl baştanbaşa cansız cesetlerle dolmuştur. Her taraftan açlık feryâdı duyuluyor, fakat bir taraftan yardım sesi işitilmiyor, gençler ihtiyara, ihtiyarlar seyyar mezara döndü. Analarda bir damla süt yok ki evlâdını emzirsin.

Galiba Cenâb-ı Hak bize gazap etti ki, çöl halkı üç yıldır yandığı hâlde gökten bir damla su inmedi. Dualarımızın neticesinde yağmur yağmak şöyle dursun kırağı bile düşmüyor. Onun için sana ilticâya, hakkımızda merhametini ricaya geldik.

Ey âdil emir! Sendeki haşmetin ve debdebenin çok fazla olduğunu görüyoruz. Biz ise aç ve çıplak bir alay sefiliz. Demek ki, bir yanda pek fazla bir servet var, öbür yanda ise hiçbir şey yok. O hâlde biraz denkleşmek lâzım. Sen, bu serveti nerede buldun? Halkın mı, Hâlık’ın mı, senin mi? Eğer Allâh’ın ise biz de O’nun kullarıyız. Dolayısıyla bir pay istemekte elbette haklıyız. Yok, halkın ise, başkalarının haklarını ayak altına alma da, sahiplerine ver. Öyle değil de, kendi malın ise, şimdi bütün bu servet senin için pek fazla, öyleyse fakir-fukaraya tasadduk et.”

Çocuğun son olarak söylediği bu sözler karşısında Hişam cevap vermekten âciz kalmış, meclistekilere:

“Cevap bulabilirseniz söyleyin. Ben diyecek söz bulamıyorum. Bu çocuğun dehâ sahibi olduğu anlaşılıyor. İstedikleri derhâl verilsin!” demiş.

Doğru söze ne denir ki?..

* Hâtim-i Tâi, dünyanın en cömert insanı olarak tanınıyor. Rum Kayseri, Hâtim’in cömertliğini denemek amacıyla, yüz adet kızıl tüylü cins deve göndermesi için haber yolluyor. Hâlbuki o sırada Hâtim’in yanında o cinsten bir deve bile mevcut değildi. Hemen akrabalarına ve kabile halkına başvurarak istenilen develeri tedarik ediyor ve gelen adamla gönderiyor. Develeri Kayser’e getiriyorlar. Kayser, Hâtim’in cömertliğine hayran oluyor. Develere kumaş denkleri yükleterek geri gönderiyor. Cömertlik konusundaki şampiyonluğu kimseye kaptırmak istemeyen Hâtim-i Tâî, develeri yükleriyle birlikte sahiplerine teslim ediyor.

Cimri toplamaktan, cömert dağıtmaktan hoşlanır. Ne mutlu cömertlere!..