Kalenin bedenlerinde bir ses yankılandı: «BRE DOĞAN! BRE DOĞAN!»

Handenur YÜKSEL

Dördüncü Osmanlı hükümdarı Sultan I. Bayezid, 1354’te doğdu. Kosova Savaşı’nda bütün cephelere yıldırım gibi yetişmesi sebebiyle, kendisine «Yıldırım» unvanı verildi. Babası Sultan I. Murad’ın, savaş meydanında bir Sırp asilzadesi tarafından şehid edilmesi üzerine Osmanlı tahtına geçti. Batı Anadolu’daki Türkmen beyliklerini, Aydın, Saruhan, Menteşe ve Germiyan’ı Osmanlı idaresine kattı. Karamanoğlu Devleti’nin elinde bulunan Konya’yı kuşattı. Niğbolu Muharebesi’nde (1396) Macar ve Venediklileri bozguna uğrattı. Fakat 1402’de, Timur’la yaptığı savaşta yenilerek esir düştü, 8 Mart 1403’te, esaret altında iken vefat etti.

***

Sultan Bayezid; Haçlıların, Niğbolu Kalesi’ni kuşattığını haber alınca, düşmanı memlekete sokmanın yanlış olacağına karar verip, süratle üzerlerine yürüdü. Öyle ki, düşman onun geldiğini ancak altı mil kala anlayabildi.

Yıldırım Bayezid bir gece, Macar süvarisi kılığına girip atına atladı, beylerinin engellemelerine aldırmadan atını Niğbolu’ya doğru sürdü ve kimsenin rûhu duymadan kaleye sokuldu. Bu davranış, onun cesaret ve kahramanlığının şâheser bir örneğiydi. O sırada kale komutanı Doğan Bey burçlardan karanlığı seyrediyordu. Kalenin bedenlerinde birden cesur bir ses yankılandı:

“–Bre Doğan! Bre Doğan!”

Doğan Bey, sesi duyar duymaz tanımış, fakat inanamamıştı. Yoksa duyduğu bir hayal miydi? Burçlardan aşağıya sarkarak:

“–Kim var orada?” diye bağırdı. Aşağıdaki ses:

“–Benim!” diye gürledi. Doğan Bey’in tereddüdü kalmamıştı, bu ses padişaha aitti!

“–Kapıyı açtırayım mı hünkârım, teşrif edecek misiniz?”

“–Hayır Doğan, geri dönmem gerek! Size sadece biraz daha dayanmanızı söylemeye geldim. Pek yakında ordu-yı hümâyunla birlikte burada olacağım. Asker evlâtlarıma söyle, sebat ve sadâkat göstersinler!”

“–Merak buyurmayınız sultanım, yakınımızda olduğunuzu bildikten sonra, kıyâmete kadar dayanırız.” Bu söz üzerine sultan:

“–Haydi, Allah yardımcınız olsun!” dedikten sonra atının başını geriye çevirdi ve yıldırım gibi geldiği yere doğru uzaklaştı.

Onun bu tüyler ürpertici cesareti, Osmanlı askerinin ümit ve şevkini kamçılamıştı.

İHTİYAÇTAN FAZLASI HARAM!

Tanınmış âlimlerden Seyyid Cürcânî’nin yanında yetişen Fahreddîn-i Acemî, Çelebi Mehmed zamanında (1417) Osmanlı ülkesine geldi. Bursa’da hadis okuyarak icazet aldıktan sonra, orada uzun yıllar müderris olarak hizmet verdi. Sultan II. Bayezid zamanında Edirne müftüsü tayin edilen Fahreddîn-i Acemî, Molla Fenârî’nin ardından devletin ikinci şeyhülislâmıdır. Çok zengin bir kütüphaneye sahip olup, kitapları baştan sona kadar ince bir şekilde tetkik ederdi. İran asıllı olması sebebiyle «Acemî» sıfatı verilmişti.

Dinî hassasiyeti sebebiyle dîn-i mübin aleyhine söylenen en küçük sözü affetmez, suçluyu ağır bir şekilde cezalandırırdı. Müftülük görevine Fatih döneminde de devam eden Acemî, hurûfîliği bertaraf ederek, dine ve devlete büyük hizmette bulundu. 1460’da (Mart) Edirne’de vefat eden şeyhülislâmın kabri Dârü’l-Hadis Camii hazîresindedir.

***

Acemî, bir gün Sultan Fatih’in huzuruna kabul edildiğinde, padişahın eli yerine avucunun içini öptü. Padişah âdet ve hürmet geleneğine münasip düşmeyen şekle itiraz etmemekle birlikte, hayretle sordu:

“–Hocam, niçin avucumuzun içini öptünüz?”

Acemî, yumuşak bir sesle:

“–Sultanım! Bildiğiniz gibi Türkçede «aya» avuç içi mânâsınadır. Bu söz «Ayasofya» kelimesinin ilk hecesi olduğu gibi, benim devletlimden rica ettiğim nimetin de ilk parçasıdır. Hünkârımdan Ayasofya müderrisliğine tayinimi istediğim içindir ki, elinizin ayasını öptüm.”

Bu ince nükte sultanın hoşuna gittiğinden, Fahreddîn-i Acemî’yi Ayasofya Müderrisliği’ne tayin etti. Sultan bir süre sonra hocanın ücretini artırmak istediyse de, molla buna râzı olmayarak şu cevabı verdi:

“–Beytü’l-mal helâldir; amma hacet ve kifayetten fazlası helâl değildir!”

Böylece maaş artışını kabul etmedi, görevi sırasında kanaatkâr bir hayat sürerek padişahın yevmiyesini artırmak isteğine hep karşı çıktı. Molla, bu davranışıyla hükümdarın büyük takdirini kazandı

KÜLÂH GİYDİRMİŞ OLMAYAYIM!

Tanınmış romancı Hüseyin Rahmi GÜRPINAR 1864’te İstanbul’da doğdu. 1878’de başladığı mülkiyenin lise bölümünden hastalığı sebebiyle ayrıldı. Gençlik yıllarında 2. Ticaret Mahkemesi’nde ve Nafia Nezareti Tercüme Kalemi’nde çalıştı. 1887’de «Tercümân-ı Hakikat» gazetesinde yazmaya başladı. Cumhuriyet sonrası iki dönem Kütahya’dan milletvekili oldu. Birçok gazetede romanları yayınlanan, arada bir sanat ve edebiyat yazıları da yazan Gürpınar, 8 Mart 1944’te İstanbul Heybeliada’da hayata veda etti.

***

Bir ara hastalanmış, hekimler o günlerde fazlaca yorulduğunu söyleyerek, sürmenaj (aşırı yorgunluktan doğan kas veya zihin bozukluğu) ihtimali karşısında bir süre okuyup yazmasını yasaklamışlardı. Hastalığını öğrenen yakın dostu Refik Ahmet Bey (Sevengil), ziyaretine gitti. O sırada Hüseyin Rahmi’nin başında yünden örme bir takke bulunuyordu. Dostunun bakışlarının başındaki takkeye gittiğini fark eden Gürpınar:

“Zihnimi meşgul etmeyecek iş aradım, kemik tığ aldırdım, bu takkeyi ördüm. Sadece el hareketiyle oluveriyor. Dört gündür bu işle meşgulüm, başımdakinden başka bir tane de yukarıda var; onu da size hediye edeyim.”

Neşeli bir eda ile gülerek merdivenleri tırmandı ve az sonra elinde kırmızı-mavi iki renk yünden örülmüş bir takke ile döndü.

“Elceğizimle yaptım.” diyerek, dostuna uzatırken ekledi:

“Rica ederim, kendiniz giyin; hayatta karşılaştığınız türlü felâketler yetmezmiş gibi, bir de size külâh giydirmiş olmayayım!”*

TUTTUĞUM YERİ ARIYORLAR!

Söyleyiş açısından halk ozanlarının en güçlülerinden olan Âşık Veysel (Şatıroğlu), 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde doğdu. Veysel’in gözleri küçük yaşta kör olmuştu. Ömrünün son yıllarına kadar köy ve halkla olan ilişkisini kesmeyen, görmediği halde tabiatı âdeta damarlarında hisseden Şatıroğlu’nun en tanınmış deyişi «Dostlar Beni Hatırlasın»dır. Âşık Veysel bundan 35 sene önce 21 Mart 1973’te vefat etti.

***

Âşık Veysel, sazın telleri üzerinde sabit bir noktayı tutar, öyle çalardı. Bir gün, onun bu hareketine dikkat eden bir dostu, başka âşıkların her zaman teller üzerinde gezindiğini hatırlatarak, sebebini sordu. Âşık Veysel istifini bozmadan:

“Onlar, benim tuttuğum yeri arıyorlar!” dedi.

* H. R. Gürpınar, R. A. Sevengil, İstanbul 1944, s. 11 -12.