Her Nefes Yeniden Tutuşan TOMURCUK DERDİ

M. Ali EŞMELİ
seyri@yuzaki.com

Hazret-i Mevlânâ, bir bahar mevsiminde Meram Bağları’nda dolaşmaktadır. Baharın feyzi ile ağaçlardaki tomurcuklar, yapraklar hâlinde henüz açılmaya başlamıştır. İbret ve hikmet gözüyle bunu seyreden o Sadr-ı Cihan, yaprakların çıkışını ten zindanından kurtuluşa benzeterek sesleniyor:

“Ey yaprak! Elbette bir kuvvet buldun da, dalı yarıp çıktın. Ne yaptın da zindandan kurtuldun? Söyle, söyle de bu dünya hapishanesinden kurtulmak için biz de senin yaptığını yapalım.”

Sonra etrafındakilere dönerek şunları söylüyor:

“Yapraklar toprak hapsinden kurtulunca, başlarını kaldırıp rüzgârların eşi-dostu olurlar; rüzgârlarla oynaşırlar.

Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca, ağacın tepesine kadar tırmanırlar.

Su ve toprak içinde mahpus bulunan, yani balçığa saplanmış kalmış olan canlarımız da balçıktan kurtulunca neşeli bir hâlde, Hakk’ın aşk ve muhabbet havası içinde, neşeli neşeli oynarlar, ayın on dördü gibi noksansız ve tastamam bir hâle gelirler.

Bağlardaki, bahçelerdeki ölüler, yani ölü gibi olan ağaçlar; tomurcuklarından, köklerinden sürmüşler, canlanmışlar. İbretle bak da, onlara dirilik veren o eşsiz, o tek varlığı anla!

Bak; şu zindandakilerin gözleri her an kapıda…

Müjde verecek biri olmasaydı hiç böyle olur muydu?

Bu ifadeler her meselede özü itibarıyla açacak, yeşertecek ve verimli bir şekilde neticeye ulaştıracak olan tomurcuklara işaret etmektedir. Şayet fikirler, düşünceler, inançlar, hedefler ve yaşayışı oluşturan bütün davranışlar ve çalışmalar tomurcuklu ise, meyve verecek demektir. Çünkü;

Kıştan bahara geçişi temsil eden pek çok unsur vardır ancak, asıl bahar ise tomurcukların tecellîleri ile başlar. Onun için ağaçlar, kıştan çıkış vaktinde derhâl tomurcuk derdi içinde olurlar ve böylece yeşerir, çiçeklenir ve meyveye dururlar. Buradan hareketle üstat Necip Fazıl:

“Tomurcuklarının derdinde olmayan ağaç, odundur!” demiştir.

Bu ifadenin etraflıca bahsi, istiklâl şairi Mehmed Âkif’in mısralarında da göze çarpar. O, bir milletin gelişip de kudretli bir şekilde ilerlemesini bir ağacın çiçeklenmesi teşbihi etrafında izah eder. Bu ağacın kökü, gövdesi, dalları ve budakları, tamamen milletin mâzî denilen kalbine bağlıdır. Eğer bir topluluk, o ağacın genel manzarası ve mahiyetini ya da çiçeğini beğenmediği için milletin mâzî denilen bağrından onu bir baltayla kesip koparırsa o millet heder olur. Öyle ki artık gelecekte de o milletin gelişmesi çok zordur. Çünkü meydanda artık yığınlarca odundan ibaret bir kütle kalmış olur. Şiirin dilinden okuyalım:

Sonra, dikkatlere şayan olacak bir şey var:
İnkişâfâtını bir milletin erbâb-ı nazar,
Kocaman bir ağacın tıpkı çiçeklenmesine
Benzetirler ki, hakîkat, ne büyük söz bilene!
Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı;
Sayısız kökleri, tekmil dalı, tekmil budağı;
Milletin sîne-i mâzîsine merbût, oradan
Uzanıp gelmededir… öyle yaratmış Yaradan,
Bir cemâat ki: Nihâyet ona gelmez de iyi,
Ağacın hey’et-i mecmûası, yâhud çiçeği,
Tâ gider, sîne-i milletten urup hâke serer;
Milletin kendi olur işte o baltayla heder!
İnkişâf etmesi âtîde de pek zordur onun:
Çünkü meydanda kalan kütle, yığınlarca odun!

Bu gerçeği bahçıvanlar gayet iyi bilirler. Bir ağacın tomurcuklarını görmeyip de onu kesmek, nasıl ağacı odun yığınına çevirirse, milleti de yanlış baltalamalar, aynı hâle koyar. Dolayısıyla bir ağacın verimliliği hakkındaki değerlendirmeler erbabı tarafından yapılmalı ve tomurcuklar asla perişan edilmemelidir. Bazen ağaç hasta olabilir. Onu da bilene sormalıdır. Bilen kimseler de, her şeyden evvel ağacın köküne bakmalıdır. Aşılarken de ağaca, yine o ağaçtan aşı yapmalı; yani aşısı kendine kendinden olan bir aşı ile gerçekleşmelidir. Tâ ki ağaç yine taze çiçeklerle bezenmiş bir gelin gibi olup yeni meyvelere, yeni doğumlara muvaffak olsun. Tabiî bunun için baltanın çocuklar eline geçmemesine de dikkat etmek lâzım.

Yine Âkif’in diliyle:

Hastalanmışsa ağaç, gösteriniz bir bilene;
Bir de en çok köke baksın o bakan kimse yine.
Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı.
Şâyed isterseniz ağcın donanıp üstü, başı,
Benzesin tâze çiçeklerle bezenmiş geline;
Geçmesin, dikkat edin, balta çocuklar eline!

Köke ve tomurcuklara dikkat meselesi, Mesnevî’de de bilhassa vurgulanmıştır. Şu farkla:

Sağlam kökler üzerindeki tomurcuklar yeşertilirken, çürük kökler üzerindeki tomurcuklar ise kökleriyle beraber kesilmelidir. Çünkü:

“İnsanın sırrı ağacın kökü gibidir. Yapraklar o köke göre yetişir, gelişir; yani kök, ne cins ağacın kökü ise, yapraklar da o ağacın olur. Nefisler ve akıllar da öyledir.

Vefa ağaçlarının gökyüzünde öyle mânevî meyveleri yani ilâhî hikmetleri, hakikatleri bildiren güzel sözleri vardır ki, onların kökleri yeryüzündedir ama meyveleri göklerde olup Hak âşıklarına gökyüzü sofrasında ikram edilmektedir.

Hâl böyleyken sende bulunan kök, soysuz kötü bir kök ise, vakit geçirmeden onu sök at; sök at da o kötü kök, yeşilliğin arasında çirkin bir diken bitirmesin.

Aklını başına al da, varlık bahçesinde sürmüş olan o kötü dalları kes, buda. Yani nefsanî ve şehvanî düşüncelerden, emellerden kurtul. Hoş ve faydalı sürgünlere, yani rûhânî, Rabbânî duygulara su ver. Onları besle, yeşert.

O kötü dallar da, faydalı sürgünler de şimdi yeşildir. Ama sen sonuna bak, kötü dallar yok olur, gider. Sürgünlerden ise fazilet ve kemal meyveleri zuhur eder.

Unutma ki, bahçenin suyu, faydalı sürgüne helâldir, ötekine haram. Aradaki ayrılığı sen sonra görürsün, vesselâm.

Adalet nedir? Meyve ağaçlarına su vermektir. Zulüm nedir? Diken sulamaktır.

Yine adalet bir nimeti yerine koymaktır. Her su emen kökü sulamak değildir. Yani hakkı hak sahibine vermektir. Müstahak olmayana vermek ise zulümdür.”

Bir vücuttan kötülükler ve mikroplar temizlenmedikçe iyilikler ve sıhhat kendini gösteremez. Hele mikroplar vücuda iyice yerleştikten ve güçlendikten sonra ise onu söküp atmak âdeta zorlaşır. Çünkü vücutta onu bertaraf edecek kuvvet gittikçe azalır ve an gelir hiç kalmaz.

Mesnevî’de bu gerçek etrafında şöyle bir mesel anlatılır:

Tatlı sözlü, fakat sert huylu adamın biri yol üstüne dikenli çalı dikmişti. Yoldan geçenler onu ayıpladılar;

“–Bunları sök at.” dediler.

Fakat o dinlemedi, sökmedi.

O dikenli çalı her an büyüyor, çoğalıyordu. Halkın ayağı diken yarası ile kanlara bulanıyordu. Geçenlerin elbisesi dikenlerden yırtılıyor, yalınayak gezen yoksulların ayakları paramparça oluyordu.

Vali o adama;

“–Bunları sökmelisin!” diye emir verince, o;

“–Evet!” dedi: “Bir gün sökerim.”

Bir müddet; yarın, öbür gün sökerim diye vaadde bulundu. Bu müddet içinde de diktiği dikenler kökleşti, kuvvetlendi. Vali ikaz etti;

“–Ey vaadini yerine getirmeyen, sözünde durmayan; beri gel, buyruğumuzu sürüncemede bırakma! İşi yerine getir.” dedi.

Çalıyı diken adam;

“–Önümüzde hayli günler var, merak etme günün birinde sökerim.” dedi.

Bu cevap üzerine vali acıyla söylendi:

“–Çabuk ol, işi savsaklama, vaadini yerine getir! Sen «yarın bu işi görürüm» diyorsun ama şunu iyi bil ki gün geçip gittikçe o dikenler daha çok yeşeriyor, kuvvetleniyor. Onu sökecek olan da ihtiyarlıyor, kuvvetten düşüp kalıyor.

Diken daha da gençleşiyor, sen daha da ihtiyarlıyorsun. Çabuk ol, vaktini boşa geçirme!..”

Tomurcuk derdinde olan bahçıvan, önce bahçedeki dikenleri temizler, ağaçlarda meyvelerin gelişmesini engelleyecek yersiz dalları budar. Böylece leziz meyveler elde eder. Buradan hareketle Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil. O dikenler kaç keredir senin ayaklarına battı, seni yaraladı.

Evet; kaç kere kötü huyun seni yaraladı, perişan etti. Sen kendi tabiatından hastalandın. Fakat sende duygu olmadığından, hastalığın sebebini anlamıyorsun. Sen, çok duygusuz yaratılmışsın.

Çirkin huyunun başkalarını rahatsız ettiğini, yaraladığını bilmiyorsan, kendi yarandan da haberin yok mu? Bu durumunla sen, hem kendine, hem başkalarına dertsin, azapsın!

Sen, ya baltayı al, erkekçe vurup Hazret-i Ali gibi Hayber Kalesi’nin kapısını kopar; yahut şu dikeni gül fidanı hâline getir. Yani gül fidanı ile aşıla. Kötü huyunun ateşini dostun nûru hâline sok!

Ey hasetçi kişi! Eşeğin topal, varacağın yer ise uzaktır. Çabuk ol, tövbe ve istiğfarı yarına bırakma!”

Çünkü yarın, bahar vakti geride kalmış ecel denilen sonbahar gelmiş olur. Artık o demde gönüldeki güzellik dolu tomurcukları büyütmek istesen de mümkün olmaz. Ancak son nefesten öncesine kadar fırsat eldedir. Hazret-i Mevlânâ bu hususta da ümitvardır:

“Ömrün geçti ise, yıprandı ise, soldu ise, yine de şu anda kökü ihmal etme! Kök susuz kaldı ise, onu hemen tövbe suyu ile sula! Ömrünün ağacının köküne âb-ı hayat dök de yeşersin. Geçmişte yaptığın bütün kötülükler, bu tevbe ile iyileşir, güzelleşir; geçen seneki zehir, bu bereketle şeker kesilir.”

Böylesi bir tomurcuk derdi, ümitsizlikleri, yılgınlıkları ve tembellikleri yok edecek bir enerjidir. Yine M. Âkif’in ifadesiyle:

Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,
Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i mübîn.
Hadisât etmesin oğlum, seni aslâ bedbin…

Necip Fazıl da aynı ümit içerisindedir:

Birleşir, kupkuru dalla yanık kök,
Yemyeşil ışık, yaprağa gelir.

Bu şuurda olanlar asırları kucaklayıcı bir vasıfta başarılı olmuşlar, diğerleri ise değersiz bir hâlde tükenmişlerdir:

Gitti, su yollarını kıvrım kıvrım bilenler,
Bir ot yığını kaldı; kökünden kesilenler… [NFK]

Bu bakımdan köklerimizin ve tomurcuklarımızın bir ömür derdi ve muhafazası içinde olmamız, iki dünyada da varlık meselemizdir.

Tarihte bu derdi çektiğimizde başka dertleri çekmemişizdir. Bu derdi çekmediğimizde de bütün dertleri çekmek mecburiyetinde kalmışızdır.

Dolayısıyla bu derdi çekmek boynumuzun borcu.

Fakat önce bu derdin özünü oluşturan tomurcukların, yani ferde ve millete ait tarihten bu yana varlık ağacımızdaki bütün tomurcukların neler olduğunu iyi bilmek zaruretimiz var. Bunların içinde bilhassa;

Îmanımız, vatanımız, bayrağımız, kimliğimiz, kültürümüz ve medeniyetimiz olan tomurcukları çok iyi bilmek durumundayız. Çünkü bu tomurcuklar, milletçe varlık tomurcuklarımız.

Sonra;

Dünümüz, bugünümüz, yarınımız, sanatımız, davranışlarımız, başarılarımız, omuzlarımızdaki defterlerimiz… hepsi bizi oluşturan tomurcuklar.

Ve daha niceleri…

Dün eğitimde bu tomurcukların derdi ile yetiştirilen Sinanlar, vücut olarak 50 yaşında iken akıl ve gönül olarak 500 yaşında bir kıvam elde ettiler ve arkalarında çil çil kubbeler bıraktılar. Şimdilerde ise 40 yaşında olduğu hâlde 4 yaşında yaşayanlar dolu. Âkif buna esefle bakın ne diyor:

Hayâtı anlamıyor… Çünkü görmüyor, okuyor;
Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor!

Bu tipler, Necip Fazıl’ın dediği gibi, zamanında;

Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk;
Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk…

bakışıyla yetiştirilseydi, 40 yaşında iken 4 değil, Sinanlar gibi 400, 500, 600 yıllık bir yaşı yakalamış olacaklardı.

Derdi çekilirse bu mümkün.

Çünkü bütün başarılar dertlenmelerin arkasında gelir. Çekmeden hangi sancıyı çekebilir insan? Ya da duymadan hangi sesi işitebilir? Ya da bakmadan hangi varlığı görebilir? Bu üç suale de «hiçbiri», «her», «birkaç», «kolay», «zor», «dış», «iç» ya da «bunların tamamı» şeklinde cevap verebiliriz. Dertlenmenin seviye ve yangınına göre.

Hazret-i Mevlânâ’nın şu mânidar ifadeleri de çok şey anlatıyor:

“Zenginlik, büyüklük ve yüksek mevkilerde bulunmak ümidi ile, müşteri aşkından, yani seni satın alacak, sana değer verecek kimseler bulmak arzusu ile gözünü kapamak şöyle dursun, etrafına dört gözle bakıyorsun.

Uyusan bile rüyada müşteri görüyorsun…”

Ya yüce gayeler için, yüksek duygular için, yüz akı bir neslin yetişmesi için? Dinî, millî ve mânevî tomurcukların derdi, üzerinde yaşadığımız topraklardaki tomurcukların derdi de aynı derecede bizleri uyanık tutuyor mu?

Acaba Çanakkale Muharebeleri’nin en yoğun olarak hatırlandığı şu günlerde orada yüz binlerce gazinin ve yüz binlerce şehidin tomurcukları ne âlemde?

Dedemizin tarih sayfalarındaki tomurcukları ne hâlde? Üç kıtada kanayan izler ne durumda?

Çanakkale gazilerinden olan dedem Mehmed Kâzım Efendi’nin bombardımanlar altında kaleme aldığı satırları okurken aklıma hep bu sualler gelir. Daha önce bazı pasajları neşrettiğim o satırlardan birkaçını daha gelin birlikte okuyalım:

“27 Temmuz 331 tarihinde

15 buçukluk obüs topları Arıburnu’na 6 çift manda ile getirilip hemen düşmana endaht olduğunda [atış yapıldığında] İngilizler firar edip sahile dökülmüştür. Rabbim Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri cümle ordularımıza kuvvet ve cesaretle muzafferiyet ihsan buyursun, âmîn…

21 Ağustos yevm-i Cuma

Saat 9 buçukta dış denizden düşman donanması Akbaş İskelesi’ni bombardıman edip 20 aded mermi endaht etti [attı]. 18’inci merminin endahtında iskelede bulunan 12.000 aded çuval un dolu ve sair erzak kezâ yürük vapuruna isabet edip biraz yandıkdan sonra hemen vapurun ateşini söndürdük. Başka bir vukuat olmadığı [hasebiyle] Cenâb-ı Mevlâ-yı Müteâl Hazretleri’ne şükürler olsun. Vapura merminin isabetinden sonra 7 ve 8 mermi daha endaht edildi. Ateş kesilmediğinden nâşî tabiî vapurun ateşini söndürmeğe bir kimse cesaretle gidip söndüremedi; büyük kazâdan kurtulduk, elhamdülillâh.

22 Ağustos Cumartesi akşamı saat 1:50’de;

Arıburnu, Seddülbahir, Kumkale, Anafarta; büyük toplarla şiddetli muharebeye devam edip hattâ Arıburnu muharebesinde mitralyözler pek sık sık ateş edip büyük hücumlar oldu. Muharebe sabaha kadar şiddetli olarak devam etti.

22 Ağustos Cumartesi saat 6’da;

Dış denizden düşmanın donanması 22 aded mermi endaht edip [atıp] iskeleye ve civarlarında bulunan demirhane ve tayyare topçularının ve cephane kollarının yanlarına yakın mermiler düştü ise de hikmeten lillâh hiçbir kazâ zuhûr etmedi ki, Cenâb-ı Hak Lemyezel Hazretleri’ne şükürler olsun…”

Bunlar unutulmaması gereken gerçekler.

Çünkü bunlar; tarihimizde derin izler bırakmış, silinmez ibretler biriktirmiş ve hâfızalara kazınmış dersler ile tecrübeler hazinesi oluşturmuş gerçeklerin vesikalarıdır. Bu yüzden tarihimizin bütün önemli safhaları, satırlarımızda ve sadırlarımızda zinde bir şekilde yer almalı, bilhassa milletçe cennet vatanımızda varlığımızın dönüm noktalarında belirleyici bir vasfa sahip olan Çanakkale Muharebeleri ve İstiklâl Harbi gibi mühim gerçekler ve onların alarm dolu vesikaları daima gündemde kalmalıdır. Belli ki bu şuurla Faruk Nafiz «Eskiden, Şimdi» başlığı altında yazdığı dörtlüklerde bazı tarihî gerçeklere inceden inceye bakın nasıl temas ediyor:

Eskiden düşünürdük bahar gelince bizler:
«Nasıl dallar donanıp yeşerecek filizler?»
Şimdi düşünmekteyiz bahar gelince bizler:
«Hücuma geçecek mi cenupta İngilizler?»

…..

Eskiden düşünürdük sonbahar yaklaştı mı:
«Tiyatroya gideriz sinemalar taştı mı?»
Şimdi düşünmekteyiz sonbahar yaklaştı mı:
«Alamanlar Volga’yı, Ruslar Don’u aştı mı?»

…..

Eskiden düşünürdük kışı görüp ufukta:
«Yağ, şeker bol kilerde… kömür çok odunlukta.»
Şimdi düşünmekteyiz kışı görüp ufukta:
«Harp edip etmiyene acısın Hak soğukta!»

Bu dertli ifadeler, tarihî tomurcukların dertli hâlleridir. Çünkü bu dertleri çekmeden huzura ve güzelliklere ulaşmak, mümkün değil. Hem, dünya çilesine katlanmadan âhiret cenneti ne mümkün?

O hâlde bizi oluşturan her meselede bahar vakti tomurcuk derdinde olan ağaçlar gibi olmalıyız.

Kaldı ki, tomurcuk derdinde olan ağaçlara, topraklar yardım eder, sular yardım eder, mevsimler yardım eder, gökler yardım eder, güneşler yardım eder ve bahçıvanlar da gözü gibi bakar…

Hâsılı:

Yağdırır yağmuru göklerde tomurcuk derdi,
Çöl iken zümrüt olur yerde tomurcuk derdi…
[Seyrî]

Her bahar, her sabah, her saat, her an, her nefes yeniden tutuşan bir tomurcuk derdiniz var mı?