TAKVÂ ELBİSESİ 1 Kalb-i Selîm Nimeti

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İMTİHAN HAYATI

Rabbimiz yarattığı milyonlarca varlık içinden seçip ayırarak, sadece insanoğlunu ahsen-i takvim üzere, en güzel sûrette, eşref-i mahlûkat olarak yarattı. Onu; akıl, iz’an, idrak gibi pek çok vasıfla tezyin etti. Pek çok istidat ile teçhiz ederek mükerrem kıldı.

Sonra;

İmtihan etmek için insanı dünyaya gönderdi. Âdem -aleyhisselâm-’dan bugüne kadar milyonlarca insanın dünyaya gelişi, hep bu imtihan için oldu. Dünyaya her gelen kul, bu imtihanı verip gitti.

Şimdi de sıra bizde. Biz de öncekilerle aynı imtihanı yaşıyoruz.

Unutmamalı ki;

İnsanlık tarihi boyunca bu imtihanın mevzuu; hem hayra hem şerre mütemayil olan akıl, iz’an, idrak gibi istidatların nasıl kullanılacağı şeklinde tecellî etti. Her insanın birinci vazifesi, dünya adı verilen bu muazzam imtihan dershanesi içinde, bir ömür Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla kul olma testinden başarıyla geçmek oldu.

Bu büyük imtihanda;

Cenâb-ı Hak bizi kendimizle baş başa bırakmadı. Muvaffak olmamız için katından kitaplar gönderdi. Sözlerin en sağlamı, en güzeli, insanı en doğru olana hidayet eden Kur’ân-ı Kerîm’i lutfetti.

Ayrıca;

İlâhî mesajları tebliğ ve beyan edip bize bizzat rehberlik etmeleri için en muazzam insan terbiyecileri olan peygamberleri de rahmetinin eseri olarak ihsan eyledi. Hiçbir bedel ödemeden bizlere -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olma nimetini bahşetti. Ne kadar şükretsek az.

Bu bakımdan hem şükürde hem de dünya imtihanında muvaffak olabilmek çok mühim. Cenâb-ı Hak bu hususta başarılı olabilmenin yegâne yolu olarak Kur’ân-ı Kerim’de mûtenâ bir hayat tarzı gösteriyor:

TAKVÂ HAYATI

Kul olarak hayatın özü ve mânâsı takvâ iledir. Takvâ hayatı yaşamak demek; Cenâb-ı Hakk’a dost olabilmek, cenneti kazanabilmek, cennetin güzelliklerinden, derinliklerinden, ilâhî ikramdan anlayabilecek bir kalbe dünyada sahip olabilmek demektir. Bu bakımdan takvânın hakikati; kalbi tasfiye etmek sûretiyle onu kalb-i selîm/tertemiz bir gönül, kalb-i münîb/Allâh’a yönelen bir kalp kıvamına eriştirmektir. Çünkü insan ancak bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olur.

Takvâ; dünya ve âhiret saadetimiz için öyle mühim bir husustur ki, Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’in 258 yerinde iç dünyamıza takvâ ile hitap etmekte, muhtelif kalıplarda takvâ sahibi olma talimatını bizlere vermektedir. Kısaca Cenâb-ı Hak; itikatta, ibadette, muâmelâtta yani hayatın her safhasında, hattâ her nefeste takvâ sahibi olmamızı arzu etmektedir.

Takvâ ne demektir?

Takvâyı Hak dostları türlü türlü şekillerde tarif ettiler. Takvâ lügatte; kaçınmak, korunmak, varlığı her türlü fenalıklardan himaye etmek mânâsındadır. Bu mânânın özü de;

HAKK’IN HİMAYESİ

Istılahta takvâ; yasaklarından kaçınmak, emirlerine sarılmak sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmek, Allâh’a sığınmak demektir. O, celâl sahibi Yüce Allâh’ın gazabından ve azâbından korkarak, rahmetinin gölgesine girmeye gayret etmek demektir. Bunun için de nefsanî arzuların köreltilmesi ve rûhânî istidatların inkişaf ettirilmesi zarurîdir.

Diğer bir ifadeyle takvâ;

İki cihan saadetimize vesile Kur’ân ve sünnetteki yüce talimatları; aile hayatı, ticarî hayat, içtimaî hayat… ezcümle hayatın her safhasına intikal ettirmektir.

Diğer bir ifadeyle takvâ;

Dinî hükümleri heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ edebilmektir. Yani Allâh’ın emir ve yasaklarına riayette titizlik göstermek, bilhassa günahlardan şiddetle kaçınmaktır.

Diğer bir ifadeyle takvâ;

«Nefsini tezkiye eden elbette felâha kavuşmuştur.» (Â’lâ, 14) âyeti sırrınca, iç âlemimizin terbiye edilmesidir. Böylece kalplerimizin; îmanda, ibadetlerde ve muâmelâtta Hakk’ın rızâsına uygun davranışlardan lezzet alacak kıvama gelmesidir.

Diğer bir ifadeyle takvâ;

Kulun Rabbi ile kalpte buluşması, yani merhamet, şefkat, affedicilik, hilm gibi cemalî sıfatların kalpte tecellî etmesidir. Yani kulun her davranışta, her hâlde, hattâ her nefeste, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını aramasıdır.

Diğer bir ifadeyle takvâ;

Kulun tevbesinde samimî olması, dil ile kalbin müşterek olarak devamlı istiğfar hâlinde olmasıdır…

Bir başka ifadeyle takvâ;

Kalbin muhabbetle dolması, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyesi karşısında korkunun, haşyetin artmasıdır.

Yine diğer bir tarifle takvâ;

KALBİN MUHAFAZASI

Yaşanan bilgi, insanın irfanını artırır. Ancak kalbi muhafaza eden asıl fazilet, takvâdır. Bunun içindir ki gerçek mânâda îman; dil ile ikrarla birlikte zihinle değil kalp ile tasdik olarak beyan edilmiştir. Çünkü bilgilerin hayata aksetmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı kıvamda yaşanması, en güzel şekilde takvâ ile dolu bir kalbî hayat ile mümkündür.

Bu bakımdan takvâ;

Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kalbin korunmasıdır. Aynı zamanda Allâh’a yakınlaştıracak her şeye de yakınlık ve muhabbet içinde olmaktır.

Bu minvalde takvâ;

Allah Rasûlü’ne büyük bir aşk ve muhabbet ile bağlanmak, bütün mahlûkata da Hâlık’ın nazarıyla merhamet ve şefkat ile bakacak bir muhabbet içinde olmaktır. Elbette ki müstahakkına da nefret duymaktır. Yani kalbi zedeleyecek her hâlden ve her davranıştan uzakta durmaktır.

Çünkü takvâ;

Kalbin Allah’tan uzaklaştırıcı her hâlden nefret etmesi hâlinde tecellî eder.

Dolayısıyla takvâ;

Nefsanî arzuları köreltmek, Cenâb-ı Hakk’ın; insana yaratılışta, fıtratta verdiği rûhânî istidatları inkişaf ettirmektir.

Takvâ, kalbin o derecede tasfiyesidir. Bunda muvaffak olanların elde edeceği hazine ise;

MUAZZAM BİR KALP KIVAMI…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bazen ashâb-ı güzînine birtakım sualler tevcih ederlerdi. Bu şekilde cemaatin dikkatini, açmak istedikleri mevzu üzerine toplamış olurlardı. Yine bir sohbet meclisinde sahâbe-i kirâma sordular:

“–Ebû Damdam kimdir?”

Sahâbîler dediler ki:

“–Ebû Damdam diye bir isim duymadık. Yâ Rasûlâllah, kimdir bu bahsettiğiniz Ebû Damdam?”

Fahr-i Kâinat Efendimiz bu sefer:

“–Ebû Damdam olmaktan âciz misiniz? Ebû Damdam olacak kadar bir gücünüz yok mu?” buyurdular.

Sahâbenin dikkati iyice çekilmişti:

“–Yâ Rasûlâllah, kimdir bu Ebû Damdam? Bu zâtın fârik vasfı, meziyeti nedir?” dediler. Efendimiz de:

“–Ebû Damdam geçmiş kavimlerde bir mü’mindi. Her sabah kalktığı zaman: «Yâ Rabbi, benim gıybetimi edeni, benim aleyhimde bulunanı, benim haysiyetimi zedeleyeni Sen affet!» derdi.” (Ebu Dâvûd, Edeb, 36) buyurdular.

İşte büyük bir takvâ numunesi. İşte muazzam bir kalp kıvamı!

Hak dostu Hallâc-ı Mansur da taşlanırken kendisini taşlayanlar için ellerini kaldırdı: «Yâ Rabbî, bunlar bilmiyorlar; benden evvel beni taşlayanları affet!» diye ilticâ etti.

Takvâ; öyle büyük bir haslettir ki, sahibini Hazret-i Rasûl-i Ekrem’in en yakınına ulaştırır. Hazret-i Enes rivayet ediyor:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir sahâbî:

“Yâ Rasûlâllah! Muhammed’in âli, ehl-i beyti kimlerdir?” diye sordu. Allâh’ın en müttakî kulu olan Efendimiz şöyle cevap verdi:

“Muhammed’in âli, ailesi bütün muttakîlerdir, bütün takvâ sahipleridir.”

İşte takvânın kemale ulaşması, mü’mini, Efendimiz’in âdeta bir aile ferdi hâline getirmekte, öyle yüksek bir dereceye kavuşturmaktadır.

Bu bakımdan takvâ mertebe mertebedir. Bütün mertebeleri itibarıyla da;

TAKVÂ ÜÇ DERECEDİR:

Yasaklardan kaçmak,

2. Emirlere koşmak. Bu keyfiyet, bütün mü’minlerin uyması gereken, avam derecesindeki takvâ ölçüsüdür.

3. Daima Cenâb-ı Hak’la beraberlik duygusunu taşıyabilmek. Bu keyfiyet, takvânın havas için olan ölçüsüdür, takvânın en yüksek derecesidir.

Bize; “Şahdamarından daha yakın…” (Kāf, 16) olduğunu bildiren ve kullarına: “Nereye gitseniz yine sizinle beraberdir” (Hadid, 4) diye haber veren Cenâb-ı Hak ile beraberlik, onunla beraber olduğumuzun şuuruna varabilmek ve cemalî sıfatlarıyla müzeyyen hâle gelebilmektir.

Bu şekilde takvâ elbisesini giyen kalpte doğruya, eğriye karşı ilhamlar başlar. Eşyanın hakikatini anlama şuuruna erer. Kur’ân öyle bir ilâhî eserdir ki insan, bütün problemlerini Kur’ân’da ve Allah Rasûlü’nün sünneti içinde çözer; huzur ve sükûn bulur. Çünkü insanın şerhi Kur’ân’dır. İnsanda ne varsa Kur’ân’da vardır. Kur’ân’da ne varsa insanda vardır. Kur’ân’ın bir şerhi de kâinattır. İnsan takvâda zirveleştikçe Kur’ân’ı idrakte ve kâinatı kavramakta derinleşir. Kâinatın derûnundaki sır ve hikmetlere âşina olur. Kuşların, bülbüllerin nağmelerinde, güllerin ve sümbüllerin tebessümünde, akarsuların huzur bahşeden akışında ve kâinatın her nakışında kendisine sunulan ilâhî lütfu idrak eder. Yûnus’un hâli gibi sarı çiçekle konuşmaya, onun dilini anlamaya başlar. Sırların tercümanı olur.

Hâsılı takvâ, Allâh’ı bulmanın nişanesidir. Bu itibarla Atâullah el-İskenderî Hazretleri takvâya ererek kalb-i selîme kavuşan bir mü’minin hâlini ne güzel ifade eder:

“Yâ Rabbî, Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?”

Bu bakımdan her mü’min için mutlaka riayet edilmesi gereken bir emir şudur:

«HER TÜRLÜ HÂLDE TAKVÂ ÜZERE OL!»

Hayat med ve cezirler içinde geçer.

Zaman zaman kıtlık ve zorluklar; zaman zaman bolluk ve kolaylıklar; zaman zaman ıstırap ve hicranlar; zaman zaman da sürur ve huzur hayata hâkim olur.

İşte bu iniş ve çıkışlar içinde mü’minin takınacağı en temel tavrı, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Zorluklarda ve bollukta müttakî ol!” buyurarak beyan etmektedir.

Yani Efendimiz, sadece bazı hâllerde değil her hâl ve şartta takvâ üzere olmamız gerektiğini ifade etmişlerdir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Sürurlara da aldanma ıstıraplara da. Çünkü senin kalbin bir misafirhanedir, ıstırap ve sürurlar da ancak gelip geçici misafirlerdir.”

Darlık ânında şîrazeyi bozmadan sabırla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak zarurî. Aynı şekilde varlık zamanında da şükrü artırarak şımarmamak icap eder. Yani rahatlıkta nefsimize uymak ve ömrü heba etmek yok! Yine sürur demlerinde şükredip sıkıntı geldiğinde isyana düşmek de yok!

Bollukta daima Cenâb-ı Hakk’a hamd hâlinde ilâhî lütufların şükrü içinde bulunabilmelidir. Zorluk zamanlarında da sabır hâlinde Allah Teâlâ’ya teslim olup: «Hakkımda hayırlı olan budur.» diyebilmelidir. Takvâ ölçüsü budur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke fethinde elde edilen büyük zafer üzerine:

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyurarak lütfun Cenâb-ı Hak tarafından olduğunu ifade ile ashâbını şükretmeye çağırmış, Hendek Harbi’nde ise zaferden evvel çekilen çileler ve güçlükler karşısında da yine:

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyurarak sahâbeyi sabra davet buyurmuştur.

Bu ölçüye sahip olmamız için Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın kullarından istediği takvâ hayatını bizlere âyet âyet izah etmektedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim;

TAKVÂ SAHİPLERİ İÇİN BİR REHBER

Hiç şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerim, bizim için çok büyük bir lütuf, bereket ve feyiz kaynağıdır. Cenâb-ı Hak: “O Rahman ki, Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı, ona beyanı öğretti.” (Rahman, 1-4) buyurarak, insanın din ile, Kur’ân ile hayat bulmasını, yaratılış sebebi olarak göstermektedir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın muhtevasını ise şöyle bildirmektedir:

“Kendisinde şüphe olmayan bu kitap, takvâ sahipleri için bir hidayet rehberidir.” (Bakara, 2)

Bu âyet-i kerîmenin hakikati çerçevesinde kendimizi şöyle bir mizan edelim:

Kabrimiz, uhrevî istikbâlimiz olan âhiretimiz nasıl olacak? Kıyâmet günü o büyük infilâk günü, o büyük şiddet günü, bütün kâinatın berhava edileceği an nasıl bir vaziyette olacağız?

Dünyamız nasıl olmalı ki kıyâmetin dehşetli anları, bizim için sağ-selâmet olsun?

Ömer bin Abdülaziz’in; “Âhiretinin nasıl olmasını istiyorsan dünyada ona göre hazırlan!” tavsiyesinden ne kadar hisse alabiliyoruz?

İşte Kur’ân-ı Kerim, bütün bu sualler etrafında ebedî yolculukta bize rehberlik edecek, her sualin cevabını, çözümünü gösterecek bir kılavuz, yani takvâ kılavuzudur.

Kul takvâya ne kadar erebilirse, kalpte Kur’ân’ın derinliklerine o nispette mecralar açılmaya başlar. Duygular zarifleşir, incelir, nefsanî arzular uzaklaşır, böylece kul Allâh’a yakınlaşır. Cenâb-ı Hak, onun “gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi” olur.

Böyle kullar, tefekkürde derinleşirler; açan çiçeklerin, öten kuşların, meyveli ağaçların hepsinin lisanına âşina olurlar. Onlardaki zarafet, incelik ve güzelliği, rûhânî hayatlarına aksettirirler. Çiçekler gibi ince ruhlu, meyveli ağaçlar gibi ikram sahibi olurlar.

İşte bunlar, Allâh’ın, Kur’ân-ı Kerim’de senâ ettiği takvâ sahipleridir.

Onlar, birer ırmak gibidir ki, uzun yollar boyunca bin bir canlıya, insana, hayvana, ağaca, güle, sümbüle, bülbüle hayat vererek akıp giderler. Varacakları menzil de Cenâb-ı Hakk’ın ebedî vuslat deryasıdır.

Bu itibarla takvâ, Hakk’a yaklaşmanın ilk adımıdır. Kur’ân-ı Kerim’de takvâ sahiplerine şöyle buyurulur:

YAKLAŞMAK İÇİN VESİLELER ARAYIN!

Âyet-i kerîmede:

“Ey îman edenler! Allah’tan ittikā edin, (takvâ sahibi olun.) O’na yakınlık sebeplerini araştırın ve O’nun yolunda cihad (ve mücadele) edin ki felâha eresiniz.” (Mâide, 35) buyuruluyor.

Cenâb-ı Hakk’a yakınlık sebepleri nelerdir?

Nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi, tâatler, ibadetler, kalpte ilâhî muhabbeti, sevgiyi çoğaltmak ve azamet-i ilâhiye karşısında haşyeti, korkuyu artırmak…

Cenâb-ı Hak bu vesileleri araştırmamızı istiyor. Çünkü esas ehemmiyet vermemiz, yoğunlaşmamız gereken tarafın, gerçek istikbâlin âhiret olduğunu bildiriyor. Çünkü dünya, ebediyet ummanı karşısında bir damladan ibaret. Kur’ân-ı Kerim, mahşer yerinde bize; «Yaşadığın dünya hayatını bir tarif et.» denildiğinde; “Bir akşam karanlığı veya bir seher vakti kadar.” cevabını vereceğimizi haber veriyor. Kıyâmetten dünyaya bakışımız işte bu!

Cenâb-ı Hak bizden bir damla mesabesindeki ömrümüzde takvâ üzerine yoğunlaşmamızı, böylece âhiret ummanını zâyî etmememizi istemektedir.

Bu yoğunlaşmanın miktarı nedir?

Bizden istenilen takvâ ölçüsü Allâh’ın azameti karşısında ona lâyık olacak şekildedir. Yani;

«YARAŞIR ŞEKİLDE!»

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh’ın azamet-i ilâhiyesine yaraşır şekilde takvâ sahibi olun.” (Âl-i İmran, 102)

Yani; “Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak için bütün gayretinizi gösterin, îmanda, ibadette, muâmelâtta, her şeyde bütün gücünüzü kullanın…” buyurulmaktadır.

En küçük maddenin hakikatini bile tam olarak bilemeyen bizlerin, Allâh’ın azamet-i ilâhiyesine yaraşan ölçüyü tam idrak etmemiz mümkün değil. Öyleyse, bütün gayretler sarf edilecek.

Âyetin devamında da; “Ancak Müslümanlar olarak can verin!” emr-i ilâhîsi geliyor.

Dünyada, dünyevî vesilelerle birtakım mevkilere çıkılır, unvanlar alınır. O unvanlar ömür boyu devam eder. Fakat mânevî hayatta böyle bir garanti yoktur. Kur’ân-ı Kerim, Bel‘am bin Baura gibi, Kārun gibi -Allah muhafaza- son anda ayakları kayanları bildiriyor.

Kārun, Musa -aleyhisselâm- devrinde yaşamış, Tevrat’ı en iyi tefsir edenlerden bir zat idi. Cenâb-ı Hak, imtihan için ona mal verdi, o da malına istinad etti; «Benimdir.» dedi. «Ben kazandım, ben ettim.» diyerek Musa aleyhisselâm-’a tavır koydu. Helâk oldu, gitti. Cenâb-ı Hak, onu güvendiği, dayandığı, istinad ettiği hazineleriyle birlikte toprağa gömdü. Yerin dibine geçerken, o malların kendisine hiçbir faydası olmadı.

Bel‘am bin Baûra da mânevî birçok mertebelere vâsıl olduktan sonra, bir an nefsine, hevâsına meyletti. İlmini sûiistimal etti. O da helâk oldu gitti.

Kārun malını, Bel‘am ilmini kendilerini koruyacak bir kalkan olarak gördükleri için helâk oldular.

Bunun içindir ki;

Allah Teâlâ takvâ ile korunmamızı emretmekte ve: “Yakîn (olan ölüm) gelene kadar, ibadet et (kulluk içinde bulun).” (Hicr, 99) buyurarak son nefese kadar takvâ içerisinde bir kulluk hassasiyetini muhafaza etmemiz gerektiğini bildirmektedir.

Yâ Rabbî, dünyada kalben bütün her şeyden sıyrılarak yalnız Sana ve ancak takvâ ölçüleri ile yönelebilmeyi nasip eyle! Son nefesimize kadar kullukta daim eyle! Huzuruna da ancak Müslümanlardan olarak gelebilmeye muvaffak eyle!

Âmîn!..