Kültür Erozyonunda BU ÜLKENİN ÇOCUKLARI

Ayla AĞABEGÜM

Öğretmen edebiyat dersindedir. Konu, edebiyat kitabında olan «Sessiz Gemi»nin açıklanmasıdır. Konu bittikten sonra öğretmen Yahya Kemal’in «Ezansız Semtler» yazısının fotokopilerini dağıtır, gelecek derse kadar düşünmelerini ister:

Ezansız Semtler

Kendi kendime diyordum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam derecede nasip alıyorlar mı? O semtlerde minare görülmez, ezan işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar, çocukluğun Müslümanlık rüyasını nasıl görürler?

İşte bu rüya çocukluk dediğimiz, bu Müslüman rüyasıdır ki, bizi, henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları; havası ve toprağı Müslümanlık râyihasıyla dolu semtlerde doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu. Evlerin odalarında, namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinde Kur’ân’ın sesini işittiler Bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar. Gülyağı gibi rûhu olan sarı sahifelerini kokladılar, ilk ders olarak besmeleyi öğrendiler. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler; camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler. Dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.

Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle, yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar. Eskisi kadar derin bir tecessüsle değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenîleşen üst tabakanın çocukları ezansız semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını görmüyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki, ileride alafranga hayat, büsbütün Türklüğü sardıktan sonra, milliyetlerine bağlı kalabilsinler. Yoksa ne muhit; ne yeni yaşayış; ne semt; hiçbir şey, bu yavrulara Türklüğü hissettirmiyor.

Gelecek ders, öğrenciler heyecanlıdır:

“Öğretmenim, bölümleri okurken heyecanlandım, duygularım doruk noktasındaydı, aynı zamanda utandım da…”

“Ben o modern semtlerde değil Üsküdar’da doğmuştum, çocukların doğduğu zaman kulaklarına ezan okunduğunu bilmiyordum. Merakla anneme: «Benim kulağıma da ezan okundu mu?» diye sordum. «Evet.» dediği zaman rahatlamıştım.”

Bir başka öğrenci:

“Ben Müslüman bir semtte doğmuştum, buna rağmen doğan çocuğun kulağına ezan okunduğunu bilmiyordum. Oysa Hıristiyan çocuklarının vaftiz edildiğini yabancı filmlerde gördüğüm için biliyordum.” Konuşmalar devam eder…

Edebiyat öğretmenlerinin bu konuda millî eğitim programlarına ışık tutacak hâtıraları vardır. Bu hâtıraların derlenmesi ayrıca genç öğretmenlere de rehber olacaktır.

Doğduğu zaman kulağına ezan okunan çocuklar, daha sonra annelerinin söylediği ninnilerle büyürlerdi. Annenin; bebeğini kucağında, ayağında veya beşikte sallayarak uyuturken söylediği ninnilerde; annenin sevgisi, sesine yansır, bir süre sonra bebek uyurdu. Daha sonra ninni söylenmeden uyumazdı. Yetişkin olduğumuz zaman, biraz da yorgunsak, güzel bir şarkıyı dinlerken, bir dakikalık uyku ânı bizi dinlendirir. «Ninni gibi geldi.» deriz. Ninnilerde annenin ruh hâli de dile gelir. Üzüntülü, kırgın, kızgın, neşeli anlarında söylediği ninniler birbirinden farklıdır.

Ölüm acısıyla içi yanan anne:

Cümle kuşlar destur almış ötüyor.
Şehid baban gelmiş bize bakıyor,
Yarasından kızıl kanlar akıyor.
Uyu balam sana kurban olayım.
Sen uyu da sana ninni diyeyim.

türünden ninniler söyler. Bazı ninnilerde annelerin çocuğunun geleceğiyle ilgili dilekleri yer alır. Birbirine benzeyen ninniler bölgelere göre farklı söylenebilir:

“Ninni yavrum uyusun, / Uyusun da büyüsün. / Benim oğlum jandarma olsun. / Ninni yavrum uyusun, / Uyusun da büyüsün.” (Turhal)

“Ninnilerin derin olsun, / Uykuların senin olsun. / Benim oğlum âlim olsun. / Ninni Mehmed’im ninni.” (Turgutlu)

“Ona ninni diye diye, / Oğlum gittikçe büyüye, / Yavrum gide mekteplere, / Askerliğe heves vere, / Sürmeli bir zabit ola, / Cebi parayla dola.” (Diyarbakır)

Ninniler sözlü edebiyatımızın en güzel örnekleridir. Bu güzel örnekler yavaş yavaş unutulurken büyük şehirlerde yaşayan yeni devrin anneleri, bebekleri için aldıkları karyolaların üst kısmına astıkları çiçek ve hayvan figürlerinin arasına yerleştirdikleri müziği düğmeye basarak dinletiyorlar. Anne sesinin sıcaklığını, güzelliğini çocuklar hissedemiyorlar. Hatırladığım bir Boşnak masalını anlatmak isterim:

“Çocuk annesine biraz kırılmıştır. Vitrinde gördüğü bebeği almasını ister. Ona; «anne» diyecektir. Annesiyle bebek satılan dükkâna giderler. Bebeği eline alır, bir soğukluk hisseder. Annesine; «Anne, senin ellerinin sıcaklığı, onda yok, ben o bebeği istemiyorum.» diyerek annesinin ellerine sarılır.”

Sözlü edebiyatımızın güzelliği, bilmecelerimizde de yaşar. Çocuklar, o bilmeceleri söyleyerek büyür, büyüklerin sohbetlerinin bir bölümünde de bilmeceler vardır. Bilmecelerin cevabını düşünerek bulursunuz. Onların içine hayatımızın, kültürümüzün güzellikleri aksetmiştir:

Katık oldum aşına,
Öp koy beni başına,
Beni nasıl öğütür
Sor değirmen taşına,
Her gün tazelenirim,
Her yemekte yenirim,
İnce ince dil beni,
Hadi kimim bil beni?

Aynı konuda bir başka bilmece:

“Ölçülmez değeri, / köylünün alın teri, / tarlalardan fışkırır / en baş sofrada yeri.” “Allâh’ın hikmeti, kulun nimeti.” Cevabı EKMEK olan bilmecede buğdayın macerası anlatılır. Bu macerada dinî duygular da terennüm edilmiştir. Yıllar geçer, çocuklar için ekmek nimet olmaktan çıkmıştır, kuru ekmekler yolların ortasına atılmaktadır, anneler buğdayın macerasını anlatmaz olmuştur, çocukların dilinde, onları düşündürmeyen Amerikan bilmeceleri yer almaktadır.

Masallarımız, türkülerimiz, atasözlerimiz, mâni-lerimiz bu ülkede söylenmez olmuştur. Sözlü halk edebiyatı ürünlerimizin yok olmasıyla kültürümüz de popüler kültürün emrine girmiştir. Sohbetlerde, televizyonlarda söylenenler; kabalığın, küfürün, lâubâlîliğin sergilenmesidir. Bayağı sözlerle, basit düşüncelerle sanat yapılamaz. Edebiyatın içinde de ahlâksızlığın, çirkinliğin, basitliğin yeri olamaz.

Şinasî bir tartışmada muhataplarına: “Edebiyat fenni, öyle bir mârifettir ki, insanlara terbiye ve ahlâk öğrettiği için ona «edep» ve mensup olanlara da «edip» demişlerdir.” diye seslenir.

Bir kültürün yok oluşuna, ahlâkî bir anlayışın değişimine seyirci kalmak, yavaş yavaş bir yok oluşu seyretmek gibidir. Lavabonuz tıkandığı zaman kendi imkânlarınızla açmaya çalışırsınız, beceremezseniz bir usta size yardımcı olur. Baktığımız, gördüğümüz, yaşadığımız her olay bizi düşündürmeli, fert olarak çareler aramalıyız. Cemiyet olarak da bu konuda projelerimiz olmalı. Devletin, belediyelerin, sanatkârların, sosyal konularda görev yapanların ve zenginlerimizin bu konuda projeleri olmalı.

Popüler kültür televizyonlarla evimize girdiğine göre, önce televizyonlarla işe başlayabiliriz. İşadamlarımıza ulaşmalıyız. Yılbaşı gecesi Taksim Meydanı’nda bir turiste yapılan davranıştan hepimiz mes’ûlüz. Yapılan yanlışa; «Dur!» diyecek bir kişi bile orada yoksa, bu vahim sonuca nasıl geldik?

Osmanlı devrinde yaşanan hayatın güzelliğini; batılı seyyahların eserlerinde görebiliyoruz. Eğitimin neresinden başlanacağının ipuçlarını bu hâtıralarda bulmak mümkün. İşadamlarımız özel arabalarıyla işlerine giderken, yeni villa-kentlerde otururken, kapılarında korumalar varken bu kültür değişimlerini anlayamazlar, televizyonlarda neler yapılıyor diye bakmazlarsa, vahim sonucu hissedemezler. Mehmed Âkif yazdığı şiirlerle toplumun ıstırabını dile getirirken, toplumun içinde yaşamıştır. Manzum hikâyelerini defalarca okumalıyız. Seyfi Baba’da, Küfe’de, Mahalle Kahvesi’nde, Kocakarı ile Ömer’de anlatılanlar o devrin hayatıdır.

Biz fildişi kulelerimizden inip, acıları hissetmezsek, bir süre sonra korumalı binalarda da huzurlu yaşayamayız.