SURİYE İNTİBÂLARI İşte Geldim Gidiyorum ŞEN OLASIN HALEP ŞEHRİ!..

Yard. Doç. Dr. Rıdvan CANIM

ridvancanim@mynet.com

Bunu ben söylemedim, üstad Âşık Ömer söylemiş. Ama ne acı ki bizim de kaderimiz Âşık Ömer’den farklı olmadı. Çünkü gelişimiz ayrılmak içindi. «Halep oradaysa biz de oradayız!» dedik ve işte ulaştık sonunda doğunun bu masal şehrine. Nedense İstanbul gibi taşı-toprağı altın sayılan bir şehri, çağdaşı Nedim’in o günlerde bir tek taşına bütün bir Acem ülkesini feda ettiği İstanbul’u terk edip ömrünün tam yirmi beş yılını bu kutlu beldeye adamış büyük şair Nâbî, şehrin varoşlarında bizi karşılayacakmış gibi bir duyguya kapıldım birden.

Neden Halep’i İstanbul’a tercih ettiği sorusuna yıllardır cevap arar dururdum. Buldum. Gördüm ki aradan geçen bunca zamana rağmen Halep, hâlâ biraz İstanbul ve biraz da üstadın doğup büyüdüğü Urfa imiş. Bizim kutlu şehirlerimizdi onlar. Her biri öbüründen mutlaka izler taşırdı. Halep, Şam, Bağdat, Kahire, Medine, İstanbul… Benim «kayıp» medeniyetimin şehirleri… Evet, Üstad Nâbî’nin:

Sakın terk-i edepten kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu!

dediği yerler onun yaşadığı Halep şehrinden çok da fazla uzak sayılmazdı. Ona göre ve doğrusu bana göre de Bilâd-ı Şâm adı verilen bu beldeler gerçekten «kûy-ı mahbûb-ı Hudâ» idi. Dolayısıyla bu topraklarda yaşayanların «edebi terk ederek», ayaklarını Allâh’ın evi olan Kâbe’ye doğru uzatıp yatmaları düşünülemezdi. Yapılırsa işte böylesine «azar»ı da hak etmiş olurlardı. Hikâyeyi bilenler bilirler.

Doğrusu, size Halep’i anlatırken uzun uzun tarih dersi vermeye niyetim yok. Ama hiç olmazsa Halep’in, Ebû Ubeyde bin Cerrah tarafından görevlendirilen Iyaz bin Ganem idaresindeki İslâm ordusunca kansız bir şekilde hicretin 16. yılında fethedildiğini söylemeliyim. İslâm ordusunun askerleri Antakya Kapısı’ndan şehre girdiklerinde yaptıkları ilk iş, kılıç ve kalkanlarını yere koyup namaz kılmak olur. Sonradan burada «Kalkanlar Mescidi» anlamına gelen «Mescidü’l-Etrâs Camii» inşa edilecektir.

Efendim, Halep, Arapça’da ve diğer bazı Sâmî dillerinde «süt veren» demekmiş. Yapılarda kullanılan ve «kayşânî» adı verilen taşlardan dolayı da «Şeybâ» denilmiş Halep’e. Halep Kalesi, hanlar, hamamlar, çarşılar, camiler, medreseler hep bu taşlardan yapılmış. Halepliler günümüzde bile evlerini taş kaplama yapmayı sürdürüyorlar. Hıristiyanlar ise bu şehre Aleppo diyorlar. Yaklaşık üç milyon civarındaki nüfusuyla Suriye’nin ikinci büyük şehri olan Halep’in bugünlerde bizden başka misafirleri de varmış. Hem de bizim gibi üç-beş kişi de değil! Irak’taki savaş ortamından kaçıp Suriye’ye sığınan 1 milyon civarındaki mülteciye de kucak açmış Halep. Hayalimde Anadolu şehirleri gibi sakin bir Halep şehri görmeyi umarken, İstanbul’un telâşını yaşayan, İstanbul kadar kıpır kıpır bir şehir karşıladı beni.

Halep Kalesi’ni hâlâ görmeyenler; “«Biz bugüne kadar çok kale gördük.» demesinler sakın!” Ben de sizin gibi düşünüyordum Halep Kalesi’nin burçlarına tırmanana kadar. Ve gördüm ki bu kalenin içinde bambaşka bir şehir daha var! Yıkılmış, harap olmuş enkazıyla derlenip toparlanmaya, ayaklanmaya, üzerindeki toz-toprağı atıp tarihin derinliklerinden bugüne hayat bulmaya çalışıyor. Asırlarca Roma, Bizans, Arap ve Türk kavimlerine, Mezopotamya’nın bilumum medeniyetlerine şahitlik etmiş bu muazzam âbide, şimdilerde şehre yaşlı bir bilge edasıyla sahiplik ediyor sanki.

Bugünkü Halep Kalesi, Selâ-haddîn-i Eyyûbî’nin oğlu Mâlik ez-Zâhir Gazi döneminde şehrin merkezi olarak yeniden inşa edilmiş ve çevresi 20 metre derinliğinde bir hendekle güçlendirilmiş. Halep’i ve Halep Kalesi’ni birbirinden ayırmaya kimsenin gücü yetmez!.. Halep Kalesi’nin insan gücüyle ele geçmesinin imkânsızlığını ancak ve ancak kendisiyle yüz yüze geldiğinizde anlayabiliyorsunuz. Nitekim asırlar boyunca da hep böyle olmuş. Zaman zaman içerisine su doldurulan, kale etrafındaki inanılmaz hendekleri biz boş olduğu hâlde geçmeye cesaret edemedik.

Şehrin meydanlarını arabamızla geçip birden Zekeriyya Camii önünde buluyoruz kendimizi. Siz ona Halep Ulu Camii de diyebilirsiniz. Ya da has ismiyle Halep Emeviyye Camii… İnşasına Emevî Halîfesi el-Velid bin Abdülmelik tarafından başlanmış ve 715-717’de Halîfe Süleyman döneminde bitirilmiş. Modern yapılar arasından birdenbire karşımıza çıkan bu muhteşem mabed karşısında dilimiz tutuluyor, gözlerimiz kamaşıyor, dizlerimizin bağı çözülüyor. Bir mabed insanı bu kadar mı etkileyebilir?!. Kendi adıma konuşursam böyle… Daha ilk adımda kıskandım Halep’i ne yalan söyleyeyim. Yetmezmiş gibi birden kendimizi dünyanın en muhteşem kapalı çarşılarından biri olan Mecidiye’de bulmaz mıyız?!. Emeviyye Camii’nin fevkalâde güzellikteki avlusunun ardından, içeride bizi bekleyen kutlu bir peygamber kabrine ulaşıyoruz… Hazret-i Zekeriyya… Peygamberlerini öldüren başka bir millet var mıdır şu Yahudilerden başka bilmiyorum. Hazret-i Zekeriyya’yı dilim dilim etmişler. Kabri şimdi bu caminin en müstesnâ yerinde… Ve kucağındaki sandukada şanlı İslâm Peygamberi’nin Uhud Savaşı’nda kırılan kutlu dişi… Benzer âkıbete uğrayan oğlu Yahya Peygamber ise Şam Emeviyye Camii içerisindeki kabrinde yatıyor.