RÖPORTAJ Prof. Dr. Cemal KURNAZ:

Antalya’nın Akseki kazasına bağlı Taşlıca Köyü’nde doğdu (1956). Aksu İlköğretmen Okulu’ndan mezun olarak Urfa’ya ilkokul öğretmeni olarak atandı (1974). Daha sonra Ankara Yüksek Öğretmen Okulu ve Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1979). Aynı üniversitede görev aldı. Mezuniyet tezi Ali Zelîlî-Niyâzü’l-Müznibîn (1979), yüksek lisans tezi Taşlıcalı Yahya Bey Dîvanı’nda Kozmik Unsurlar (1981), doktora tezi Hayâlî Bey Dîvanı’nın Tahlili (1984) adını taşır. 1990’da doçent, 1995’de profesör unvanını aldı. 1986’dan beri Gazi Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyesidir.

Edebiyat Milletin

SÖZE BÜRÜNÜP GÖRÜNMESİDİR

-Osmanlı’da Halk ve Edebiyat-

Yüzakı: Efendim, Şubat ayı Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıldönümü olarak değerlendiriliyor. Biz de Şubat sayımızda Osmanlı’da Halk ve Edebiyat konusunda sizinle bir röportaj gerçekleştirmek istiyoruz. Öncelikle dîvan edebiyatının sun’î, halktan kopuk bir saray, bir zümre edebiyatı olduğu yönündeki peşin hükümlerin değeri nedir?

Cemal KURNAZ: Bu, uzun yıllar süregelen yaygın bir görüştü. Son yıllarda yayınlanan araştırmalar sayesinde yavaş yavaş değişiyor. Bugün, bu görüşlerin çok da doğru olmadığı anlaşılıyor.

Dîvan şairlerinin memleketlerini incelediğimizde, şiir faaliyetine ülkenin her yöresinden katılım olduğunu görmekteyiz. Erzurum’dan Bosna’ya, Bursa’dan Prizren’e kadar… Şeyhî Kütahyalı, Necâtî Edirneli, Zâtî Balıkesirli, Hayâlî Vardar Yeniceli. Biz, İstanbullu bir şair bulmak için Bâkî’ye kadar bekleyeceğiz demektir.

Mesleklerine baktığımızda; Enderun ve medrese eğitimi görenler çoğunlukta olmakla birlikte, her türlü esnafın ve meslek erbabının şiir yazdığı görülür. Padişah, vezir, nişancı, defterdar, müftü, kazasker, emir, bey, nakîbü’l-eşraf, kadı, müderris, kâtip, yeniçeri, sipahi, imam, vaiz, müezzin, hâfız, cüz’hân, muarrif, buhurcu, muvakkit, hânende, türbe ve tekke bekçisi, çizmeci, remmâl, külâh dikici, müneccim, bezzâz, vâlâcı, demirci, ipekçi, çakşırcı, attar, şekerci, iğneci, mürekkepçi, ayakkabıcı, terzi, pembe-dûz, şem’-fürûş, sarraf, tabip, şerbet, macun ve müferrih satıcısı, çiftçi, ziraatçı, cambaz, sahhaf, tüccar… ilh. Öyle ki, protokolün bulunmadığı şuarâ tezkirelerinde şair cihan padişahları ile hiç okuma yazma bilmeyen ümmî şairler yan yana dururlar.

Gayet tabiî ki, sanat daima bir entelektüel faaliyettir ve belli bir kültür seviyesi ister. Bu durum dîvan edebiyatı için de geçerlidir. Gelişmiş İran edebiyatını model alan öncü şairler, onun bir benzerini kendi dillerinde inşa etmek için yola çıktılar. Bunlar bir yandan kendilerini yetiştirmeye ve geliştirmeye çalışırlarken, bir yandan da okuyucularını oluşturdular. (Dehhânî’lerin ve Şinâsî’lerin rolleri bu bakımdan benzeşir.) Geçen zamana bağlı olarak Necâtî’nin, Bâkî’nin, Fuzûlî’nin okuyucuları, çok daha gelişmiş bir edebî zevke ve edebî birikime sahiptiler. Artık Dehhânî şiirleri onları tatmin edemezdi. Onun için kendi içlerinden, kendi zevklerine uygun şiirler söyleyecek şairler çıkardılar. Şairler, içine doğdukları bu edebî mirası yetenekleriyle birleştirerek daha da geliştirdiler ve kendi okuyucularını da yetiştirdiler.

Şiirin bu süreçte ulaştığı en önemli nokta, atasözleri, deyimler ve söyleyişleri ile şehirli Türkçesini en tabiî şekilde şiire hâkim kılmak olmuştur. Necâtî’den Bâkî’ye, Şeyhülislâm Yahya’dan Nedim’e uzanan önemli bir çizgidir bu. Dolayısıyla, dîvan şiiri için, Türkçenin en güçlü aktığı nehirlerden birisidir diyebiliriz.

Meseleye edebiyatın bütünlüğü açısından baktığımızda, dîvan edebiyatı farklı bir anlam kazanmaktadır. Gayet tabiî ki, edebiyatımızın tarihi içinde kendini özellikleriyle karakterize eden, tanımlayan, farklılaştıran dönemler ve edebiyat anlayışları vardır. İkinci Yeni, Fecr-i Âtî, Tanzimat, Dîvan, Halk ve Tasavvuf edebiyatı gibi. Bunların hepsi de, şu veya bu şekilde bir bütünün çeşitlenmeleridir. Ne birbirlerinin düşmanıdır, ne de alternatifi. Türk edebiyatı, bütün bu çeşitlenmelerine rağmen, sözgelimi bir Fransız edebiyatı ile karşılaştırıldığında yekpare, bir bütün olarak görünür. Önemli olan aynı anda hem ormanı, hem ağaçları görebilmek. Farklılıkların yanında, müşterekliklerini de fark edebilmek.

Yüzakı: İlkokul öğretmeni olarak gittiğiniz Urfa’da halk ile edebiyatın kaynaşması adına güzel intibâlarınız var. Bunları bizimle paylaşır mısınız?

Cemal KURNAZ: 1974 Haziran’ında Urfa’ya ilkokul öğretmeni olarak atandım. Öğretmen okulunda öğrendiğimize göre, Osmanlı döneminde bir büyük «halk» kitlesi vardı, bir de «halk olmayanlar». Yani, bunlara hükmeden padişah ve çevresi (saray). Dolayısıyla, bu büyük halk kitlesinin meydana getirdiği edebiyat asıl millî edebiyat, saray çevresinde meydana gelen edebiyat ise millî olmayan sun’î bir edebiyattı.

Çünkü halk edebiyatı halkın konuştuğu dili kullanıyordu, sadeydi. Hece veznine, millî nazım şekillerine yer veriyordu. Buna karşılık, dîvan edebiyatının dili Arapça, Farsça kelimelerden meydana geliyordu. Halkın anlamadığı Osmanlıca denilen sun’î bir dil. Arap ve Farslara ait aruz veznini ve nazım şekillerini kullanmaktaydı. Sonra, halk şairleri halkın içinde yaşadıkları hâlde, dîvan şairleri sarayda veya sarayın hemen yanında yaşamakta, asla halkın arasına karışmamaktaydı. Adı üstünde «saray edebiyatı». Saray çevresinde bir avuç insan tarafından meydana getirilen, yine o çevrenin anlayıp zevk alabildiği bir edebiyat. Hiçbir zaman saray dışına çıkmamış, halk tarafından benimsenmemişti. «Yüksek zümre edebiyatı» denmesi de boşuna değildi. Kendilerini halktan yüksek gören küçük bir zümrenin edebiyatıydı da ondan…

Bu düşüncelerle donanmış olarak indiğim Urfa’da, beni şok eden bir olayla karşılaştım. Saçı-başı birbirine karışmış, üstü-başı perişan dilenciler Fuzûlî’den gazeller okuyarak dileniyordu. Bu olay beni çok sarstı. Bir anlam veremedim. Dîvan şiiri, sarayın surlarından dışarı çıkıp buraya kadar nasıl gelmiş olabilirdi? Hem de cumhuriyet döneminde.

Birkaç gün sonra bir tuvalet bekçisiyle tanıştım. Otuz yaşlarında bir adam. Adı Mustafa. Soyadı bende kalsın. On beş yaşında bir kızla evlendirmişler. Evlendikten bir hafta sonra ölmüş. Cüzdanından çıkarıp fotoğrafını gösterdi. Her Perşembe tıraş olup, damatlıklarını giyer, ziyaretine gidermiş. Bu genç adam bana Nâbî’den bir gazeller okudu, bir gazeller okudu. Şaştım kaldım. Yer yarılsa girecektim.

“–Sen bunları nereden biliyorsun?” dedim.

“–Burada bunları herkes bilir.” dedi. Bir mum gibi eridiğimi hissettim. Çünkü ben bunları bilmiyordum. Üstelik halkın bilmesine de ihtimal vermiyordum.

Henüz Eşkıya filmi çevrilmemişti. Okuduğu;

Nûş etmediğim dehrde peymâne mi kaldı
Devretmediğim meclis-i rindâne mi kaldı

gibi gazelleriyle Türkiye’nin gönlüne taht kuracak olan yetmişlik Kazancı Bedih’ten kimsenin haberi yoktu.

Yanalım yakılalım tûtyâ gibi sahk olalım
Bâri bu takrib ile girelim yârin gözüne

diyen, onun hocası Tenekeci Mahmut ise, film yönetmenleri tarafından keşfedilemeden göçüp gitmişti.

Yüzakı: Osmanlı toplumunun, halk ve halk olmayan şeklinde ayrılamayacak, dokusunu dinî-tasavvufî kültürün beslediği oldukça mütecânis bir yapısı vardı, diyorsunuz. Bu yapının meydana gelmesinde edebiyatın rolü nedir?

Cemal KURNAZ: Bu konuda rehberim Merhum Erol GÜNGÖR oldu. Onun şu değerlendirmesini gördükten sonra, Osmanlı toplumunu halk ve saray çevresi diye ikiye ayırarak, bunu hareket noktası kabul etmenin doğru olmadığını anladım. Büyük ölçüde İslâmî kültürün beslediği Osmanlı toplumunda mütecânis (homojen) bir yapı mevcuttu. Cami, tekke, medrese, köy odası, kahvehane gibi kurumlar bu ortak kültürün gelişmesinde büyük rol oynuyordu:

“… Bizim Osmanlı cemiyeti böyle statik bir âhengin en güzel örneğini teşkil eder. Tahsil ve tecrübe sonunda idareci münevver tabakasına geçen insanları halktan ayırt eden hususiyet, bilgi ve kabiliyet farkıdır; üst tabakayı meydana getirenler, padişah da dâhil olmak üzere, bir ve aynı kültürün en ince ve işlenmiş tarafını temsil ederler. Dünyaya, tarihe, kendi kültürlerine ve yabancı kültürlere karşı tavırları halkın tavrından pek farklı değildir. Halkın hocaları ile yüksek tahsil gören gençlerin hocaları aynı kimselerdir; Süleymaniye Medresesi’nde ders okutan bir müderris (profesör) aynı zamanda Süleymaniye Camii’nde halka vaaz eder, yine aynı insan sarayda şehzadelerin eğitimi ile meşgul olur.”

Durum böyle olunca ortak bir kültür birikimine sahip mütecânis bir toplum yapısı ortaya çıkıyordu. Tabiî olarak, bu mütecânis yapı içinde kültür seviyeleri itibarıyla -bugün olduğu gibi- bazı farklılıklar da vardı. Özellikle büyük şehirlerde yoğunluk kazanan sanat faaliyetleri, suya atılan taşın dalgaları gibi halka halka genişleyerek kasabalara ve köylere intikal ediyordu. Öyle ki, belli bir yüzyıldan sonra, kazanılan kültür birikimi halkın büyük bir kısmını sanat ve edebiyatın içine çekmekteydi. İmparatorluk coğrafyasının en uzak noktalarında bile edebî muhitler, sanat mahfilleri teşekkül etmişti. Bu konuda Âşık Çelebi’nin Nehârî’den bahsederken «darb-ı mesel» yerinde zikrettiği şu söz dikkatimi çekti:

“Rivayet ederler ki, Prizren’de oğlan (çocuk) doğsa adından akdem mahlâs korlar; Yenice’de doğan oğlan «baba» diyecek vakit Fârîsî söyler; Priştine’de oğlan doğsa diviti belinde doğar, derler. Binâenalâzâlik, Prizren şair menba’ı ve Yenice Fârîsî ocağı ve Priştine kâtip yatağıdır.”

Yüzakı: Edebiyat tarihimize baktığımızda hece veznini halk şairlerinin, aruz veznini dîvan şairlerinin kullandığı kabulüyle karşılaşıyoruz. Bu ne kadar doğrudur?

Cemal KURNAZ: Bu görüş yanlış değildir. Ana hatlarıyla doğrudur. Dîvan şiirinin vezni aruz, halk şiirininki hece. Yalnız, dîvan şiiri ile halk şiirinin yakınlaşması sonucunda bazı dîvan şairlerinin heceyle, bazı saz şairlerinin de aruzla şiir yazdıklarını görmekteyiz. Bu durum, genel kabulü değiştirmezse de, aralarındaki yakınlaşmayı gösterir. Bu vezinleri birer enstrüman gibi düşünebiliriz. Sözgelimi birisi duygularını bağlama eşliğinde, diğeri ud eşliğinde icra ediyor. Dışa vuran, icra eden kişinin «içindeki»dir. İçinde ne varsa, dışa vuran odur. Tarih boyunca her iki enstrümanın da büyük virtüözleri yetiştiği hâlde, ne yazık ki günümüzde gençler gitardan başka çalgı yok sanıyorlar.

Yüzakı: Halk ve dîvan şiirleri arasında karşılıklı etkileme ve etkilenme üzerine eserleriniz var. Bunlardan misaller verebilir misiniz?

Cemal KURNAZ: Yukarıda da belirttiğim gibi, Urfa bana çok şey öğretti. Bütün bilgilerimi alt-üst etti. Gördüklerimin bir açıklaması olmalıydı. Hacettepe Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okurken aklımda hep bu soru vardı.

Eski Türk Edebiyatı dersimize Âmil ÇELEBİOĞLU geldi. En verimli çağında, hacdaki tünel faciasında kaybettiğimiz merhum hocam Prof. Dr. Âmil ÇELEBİOĞLU (1934-1990). Mevlânâ neslinden, hoş-sohbet, zarif, çelebi bir adam. O, öteki eski edebiyatçılara benzemiyordu. Bir ayağı dîvan, öbürü halk edebiyatındaydı. Türk kültürünün bütünlüğü ve sürekliliği içinde bu iki edebiyatın ortak yönlerine dikkat çekiyor, bu iki edebiyatın bir birine zıt edebiyatlar olmadığını göstermeye çalışıyordu. Hiçbir dîvan edebiyatçısı onun kadar halk kültürüne ve edebiyatına eğilmiş değildir. Karacaoğlan’da Dîvan Şiiri Hususiyetleri, Mânilerle Dîvan Şiirinde Ortak Hususiyetler gibi makaleleri, kafamdaki soruya müşahhas birer cevap niteliğinde idi.

Onun ışıttığı yolda sorularıma cevaplar aramayı sürdürdüm. Halk ve Dîvan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Denemeler, bu çabanın ürünüdür.

Urfa bana şunu öğretti: Urfa bir istisna değildi. Birçok Urfa vardı. İstanbul başta olmak üzere, birçok şehrimiz klâsik kültür, zevk ve modasını kendince özümseyerek yeniden üslûba çekmişti. Böylelikle şehirler, klâsiği mahallî olanla sentezleyerek kendi kültürlerini oluşturmuşlardı. Harput türküleri, Urfa, Erzurum, Kütahya, Bursa, Edirne türküleri köy türkülerinden farklı, daha bir işlenmiş türkülerdi. Şehir mânileri, bilmeceleri de aynı idi. Ümmî dîvan şairleri, saz şairleri, Gevherîler, Âşık Ömerler, klâsik kültürün halka intikalinin göstergeleri idi. Tanpınar bunlara «mahallî klâsik» diyor. Bu «ara örnekler», halk edebiyatı ile dîvan edebiyatını birbirine bağlayan, aralarındaki geçişkenliği gösteren örnekler olması bakımından önemli.

Yüzakı: Özellikle edebiyatımızda Arapça ve Farsça menşeli kelimelerin varlığı ve ağırlığı, eserlerin halktan kopukluğuna delil olarak kullanılıyor. Osmanlı şairi, devrinin insanının anlamadığı, sadece dar bir kültürlü kesime hitap eden kelime ve terkipleri mi kullanıyordu?

Cemal KURNAZ: Her nesil kendi dilini kullanır. Biz de öyle. Atalarımız yeni bir dini kabul edince, her şeyi yeniden anlamlandırdılar. Kelimelerin içine yeniden ruh üflediler. Yeni dinin kelimelerini Arapçadan aldılar. Bu süreci bizden önce yaşamış olan İranlıların eserlerine hayran kaldılar. Ötüken Yaylası’ndan Anadolu Yaylası’na gelinceye kadar çeşitli dinlerle, dillerle, kültürlerle karşılaşan atalarımız, çok büyük etkiler altında kaldılar. Dilimize Arapçadan, Farsçadan çok sayıda kelime girdi. Tanzimat’tan sonra Fransızcadan girdiği gibi ve hâlen İngilizceden girmekte olduğu gibi. Arapça, Kur’ân’ın i‘câzı olarak, İlâhî kudret tarafından işlenmiş güçlü bir dil idi. İslâm fetihleri sonrasında, Arabistan Yarımadası dışındaki Mısır, Suriye, Irak ve Kuzey Afrika’yı Araplaştıran silâh bu idi. Hâlen de büyük dillerden biridir. Bu dil karşısında iki dil direnmiştir. Biri Farsça, diğeri Türkçe. Atalarımıza haksızlık etmeyelim. Henüz Fransız İhtilâli olmamış, bugünkü millet kavramı ortaya çıkmamış, dilin millet hayatındaki önemi tam olarak anlaşılmamış. Buna rağmen Kâşgarlı Mahmud’la, Nevâyî ile direnen bir Türkçemiz var. Onları haksız yere yargılayan bizler, acaba onlar kadar mazur ve masum muyuz? Sanki Genç Kalemler diye bir şey olmamış, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp yaşamamış, Türk Dil Kurumu kurulmamış gibi davranıyoruz.

Bu genel açıklamadan sonra şunu söyleyebilirim. Osmanlı şairinin tek bir dili yoktu. Kasîdede başka, gazelde başka, murabbâda başka dili vardı. Kasîdeler, özellikle medhiye bölümleri, protokol konuşmaları gibidir. Şair, memduhun, muhatabın seviyesine uygun konuşma ihtiyacı içinde, daha ağır, terkipli konuşuyor. Ama nesib farklı. Her döneme ve şaire göre az-çok değişse de, genelde böyle. Gazel ve murabba‘ ise daha genel okuyucuya hitap ediyor. Halkın diline, zevkine daha yakın.

Daha önce de söylediğim gibi, dîvan şairlerinin ulaştığı en önemli nokta, şehirli Türkçesini bütün tabiîliği ve sıcaklığı ile şiire hâkim kılmak olmuştur. Bu çizgi ana hatlarıyla Necâtî’den Bâkî’ye, Şeyhülislâm Yahya’dan Nedim’e, Yahya Kemal’e kadar uzanır. Üstelik Yunus Dîvanı, Mevlid ve Muhammediye gibi eserleri okuyan/dinleyen halkın, günümüzde sanıldığı gibi bir dil problemi yoktu.

Yüzakı: Günümüzde halkın edebî seviyesiyle, Osmanlı devri insanının durumunu kıyaslayabilir misiniz? Yine sizce günümüzde cemiyette mütecânis bir ortak kültür oluşturmada edebiyat, eski rolünü üstlenebiliyor mu?

Cemal KURNAZ: Günümüzdeki durum çok farklı. Edebiyat eski çağlardaki gücünü ve etkisini yitirdi. Hattâ eğitim-öğretim kurumları için de bu böyle. Kamuoyu oluşturan, toplumu yönlendiren medya ve internet çok daha belirleyici. Diziler, filmler, magazin programları halkın ortak paydalarını oluşturuyor. Eskiden halkın ve aydınların ortaklaşa okuduğu eserler vardı. Yunus Dîvanı, Mevlid, Muhammediye, Mesnevî, Leyla vü Mecnun, Hadîkatü’s-Süedâ gibi. Günümüzde bu müştereklik çok zayıfladı. Millî Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser uygulaması bunu kısmen sağlayabilir diye ümit ediyorum.

Yüzakı: Okuyucularımız için son olarak neler söylemek istersiniz?

Cemal KURNAZ: Edebiyat, milletimizin tarih içinde söze bürünüp görünmesidir. Geçmişi olmayan bir sevgiden söz edilemez. Sevgiyi yarınlara bağlayan bağ hâtıralardır. «Şurası el ele gezdiğimiz yer… Şurası ilk tanıştığımız yer. Şurası ilk taşındığımız ev…» Millet sevgisi de böyle. «Şurası Diyojen’i yendiğimiz yer… Şurası Mevlânâ’nın yaşadığı Konya, şurası Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i yazdığı Bursa… Şurası İstanbul; Fatih’le birlikte kurduğumuz, Sinan ile Süleymaniye’yi Ayasofya’nın karşısına kondurduğumuz yer…» Bunları çoğaltabiliriz. Hatırladıkça biliriz, hâtıralarımızla severiz. Sevgi, emek ister. Türk olmak, emek ister. İçimizi milletimizin kültürü, sanatı, edebiyatı ile inşa edebilirsek Türk oluruz. Bu milletin tarihini bilmiyorsak, edebiyatını anlamıyorsak, müziğini sevmiyorsak, yedi ceddimiz saf kan da olsa Türk olamayız. Bu bir kültürdür, öğrenilen ve asıl «olunan» bir şeydir. Edebiyat da bunun temel unsurlarından biridir.

Türk edebiyatı bir bütündür. Aslolan içindeki farlılıklara ve çeşitliliklere rağmen ondaki birliği ve sürekliliği idrak edebilmektir. Ona hayat veren Türkçedir. İlâhî güç, bizi bu dilin içine indirmiş ve bir tespihi ipe dizer gibi etrafına toplamıştır. Biz bu dilin, bu kültürün, bu tarihin, bu edebiyatın çocuklarıyız.

.