İnsan EŞREF-İ MAHLÛKAT İSE…

Aynur TUTKUN
aytutkun@gmail.com

Güçlük üstüne güçlükle taşınan ve bin bir zahmetle dünyaya gelen «bir» insan yavrusu ilk zorlukları aşarak dünyanın havasını solumaya başlar. Annesi için olduğu kadar onun için de zordur o meşakkatli yoldan gelmek; yüzündeki şişlikler, burnundaki basıklık, kafasındaki ezikler karşılaştığı zorlukların ispatıdır. Su gibi teni, gül gibi kokusu, mini minnacık bedeniyle «Bir» olanın mûcizesidir bu mini minnacık «bir».

Bir insan yavrusu senenin sonunda yürümeyi öğrenir ilkin. Bu ona bir basamak değer katar ve «bir» «10» olur. İkinci senenin sonlarında konuşmayı öğrenir yavaş yavaş ve bir basamak daha değer kazanır «100» olur. Yedi yaşına gelir okula başlar değeri «1000» olur. Derken ilkokulu, liseyi, üniversiteyi bitirir. Başarılarına başarı kattıkça sıfırlar çoğalır. İş hayatı, evlilik, birinci çocuk, ikinci çocuk hep bu başlangıçtaki «bir»in yanına bir sıfır katar…

Lâkin en baştaki «bir»i kaldırdığımızda ne kadar çok olursa olsun bu sıfırların hiçbir değeri kalmayacaktır. İşte eşref-i mahlûkat olarak yaratılmış olmanın nüktesi de buradadır. Kendini eşref-i mahlûkat olarak görüp kendine değer veren, maddî-mânevî yönüyle kendini koruyup kollayan insanın attığı her adım ona bir değer katacak ve insan olarak yaratılmanın huzurunu duyuracaktır.

Tasavvufî mânâdaki «hiç»lik Yaratıcı’nın karşısında hissedilecek âcizliktir; yoksa mahlûkatın en şereflisi yine insandır ve bu yüzden ona yeryüzünün halîfesi olma sorumluluğu verilmiştir. İnsan, kendini değerli göremedikten ve halîfelik görevini yerine getirebilecek gücü ve özgüveni kendinde bulamadıktan sonra bu sorumluluğu nasıl yerine getirebilir ki? İnsan, «insan» olarak dünyaya gelmenin şuurunda kendini değerli, kıymetli görmeli, canının kıymetini bilmeli, gerektiğinde Hazret-i Peygamber’in ifadesiyle nefsinin de hakkını vermelidir.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok fazla ibadetle kendini yoran sahâbesine: “Üzerinde Rabbinin de hakkı vardır, nefsinin de hakkı vardır, ailenin de… Her hak sahibine hakkını ver!” buyurur. «Bir» kendini mahvedecek kadar yormayarak ve üzmeyerek kendine değer verdiğinde Yaratan’ın şâheserine dürüst, nazik ve kıymetli davranmış olur. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, «bir»in Rabbine ibadet ederken bile kendini mahvedecek kadar yorulmasını istemiyorsa başka şeyler için üzülmesine nasıl râzı olur? İnsan ancak eşref-i mahlûkat olduğunun şuurunda ise kendisini sever-sayar, kendisine değer verir ve dürüst davranır. Ve bu asla kendini beğenmek, kibirlenmek, gururlanmak, kendini bir şey zannetmek değildir. Bu, kişisel gelişim uzmanlarının «özdeğer» dediği şeydir ki; özümüze değer vermek, sevmek, saymak, özümüz hakkında iyi şeyler düşünmek, ondan nefret etmemektir. Çünkü özümüz olmadığında ya da eğri-büğrü olduğunda ne başarıların ne kazançların ne de yapılan iyiliklerin bir değeri olacaktır. Tıpkı 10’un, 100’ün, 1000’in… önünde 1 olmadığında sıfırların değerinin olmaması gibi.

Bir de kişisel gelişimde «özgüven» vardır ki, insan ancak güçlü bir özgüvenle şeytanına karşı koyabilir. Bir şeyi bu dünyada bir kişi bile yapabilmişse bizim de onu yapabilmemiz mümkündür. Üstün başarılara, dünya çapında değişikliklere imza atmak güçlü özgüvenin neticesidir. Bazı şeyleri başaramıyorsak bugüne kadar takip ettiğimiz üslûpta yanlışlık vardır, farklı sonuçlar almak için farklı yollar denemek gerekir. Farklı yolları denemek için de insanın kendine güvenmesi gerekir. «Neden başaramayayım ki!» diye düşünüp, akıllıca yelkenleri hangi yöne çevireceğini tespit ederek ilk adımı atmaktır özgüven. Öyle ya gemicilerin hepsi için denizde esen rüzgâr aynıdır, fakat yelken ayarını iyi yaptıktan sonra istedikleri yere gidebilirler.

Lâkin özgüven, kendini her şey sanmak, «bütün güç ve beceri bende» sanmak da değildir. İnsanın kendisine gereğinden fazla güvenerek rehberliğine, istişaresine muhtaç olduğu kişilerden uzak durması da hüsran getirir. Bazen bir mürşid, bazen anne-baba, bazen bir öğretmen, bazen hatırı sayılır bir büyük, bazen bir eş ve hattâ bazen bir çocuk bile olabilir rehberliğine ve istişaresine başvurulmak durumunda olunan. Yeterince özgüven sahibi olduğunu düşünerek kişinin etrafındaki iyiliğini isteyen bu kişilerden kendisini uzak tutması onlar açısından da kırıcı bir davranıştır. Fakat asıl kaybeden gereğinden fazla kendine güvenenlerdir.

Gece ordusuyla sefere çıkan bir komutan, gecenin bir vaktinde askerlerine: “Ayağınıza takılan şeyleri toplayın.” diye emir verir. Ordu içinden bir grup emri hafife alıp hiçbir şey toplamaz.

Diğer bir grup ise emre itaatsizlik etmemek için ayaklarına takılan şeylerden az da olsa alırlar.

Üçüncü grup ise; “Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır.” diyerek torbalarını ağzına kadar doldururlar.

Gün doğmaya başlayınca askerler merakla torbalarını açıp bakarlar, gözlerine inanamazlar. Güneşin ışığıyla torbalarda parlayan çil çil altınları gördüklerinde torbası boş olan grup; «Ah-vah!» etmeye başlar; fakat son pişmanlık fayda etmez.

Az alan ikinci gruptakiler ise; “Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık.” diye sitem ederler.

Torbalarını dolduran üçüncü grup da; “Keşke lüzumsuz eşyaları atsaydık da daha çok altın toplasaydık.” diye üzülürler.

Kaybedilenler maddî olduğu kadar mânevî de olabilir. Sevenlerinin sevgisini, saygısını, güler yüzünü, hoş sözünü de kaybedebilir insan.

“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” buyurur yüce Allah. İnsan, yaratılan en güzel varlık, nazargâh-ı ilâhî ve O’nun yeryüzündeki halîfesi olması hasebiyle çok değerlidir. Yaratıcı’nın verdiği bu değer insana birçok güzel şeyi başarabilmek için kendisine güvenmesini ilham eder, lâkin nazargâh-ı ilâhî olan diğer gönülleri kırmamak şartıyla…