HAYAT NOTLARI Ağlayan ve AĞLATAN EKMEK!

Ahmet ZİYLAN

İnsanoğlu, çoğu kere içinde bulunduğu nimetlerin farkına varmaz. Bilhassa elde çokça mevcut olan nimetler hususunda zaman zaman vurdumduymaz hâle düşer. Onları hoyratça kullanır. Hattâ sorumsuzca israf eder. Mahşerdeki hesabını zorlaştıracak davranışlar sergiler. Oysa onların, bize verilen bütün nimetlerin her biri o kadar değerlidir ki. Meselâ bir kuru ekmeğe kimse dönüp bakmaz fakat bir de ona ihtiyacı olanlara sorun. Aslında o ekmeği rahat bulanlar da ona muhtaç, ancak bu ihtiyaçlarını giderirken zorluk çekmedikleri için değerini fark etmiyorlar. Lâkin Allah, üzerimizdeki sayısız nimetleri fark etmemizi ve daima O’na şükür hâlinde olmamızı emrediyor.

Bu ilâhî emri yerine getirebilmek için her nimetin öncelikle değerini ve hesabını idrak etmemiz şart. Bu gerçeği bana her zaman hatırlatan yaşadığım bir hâdise var. Onu hiç unutmam:

Bir akşam vaktiydi. Annem dışarıdan eve gelmişti. Bir yandan mantosunu çıkarıyordu, bir yandan da için için ağlıyordu. Sordum:

“–Niye ağlıyorsun anne?”

Ağlamaya devam ederek:

“–Kardeşingilden geliyorum.” dedi.

Tekrar sordum. Daha fazla ağlamaya başladı. Sonra hıçkırıklara boğuldu. İyice merak ettim. Acaba başına bir şey mi gelmişti. Soruyor, cevap alamıyordum. Bir müddet sonra yüzünü-gözünü silip anlatmaya başladı:

“–Nasıl ağlamayayım oğlum! Gelirken yol kenarındaki çöpte hiç yenmeden atılmış bir ekmek gördüm. İçim acıdı. Hemen onu oradan çıkardım. Belki bir kuş filân yer diye bahçeye ufaladım. Bu sebeple ağlıyorum.”

Ben yine bir şey anlayamadım. Bu sebepten bu kadar çok ağlamaya o an için bir mânâ veremedim. Dedim ki:

“–Anne, hiç bunun için bu kadar ağlanır mı?”

Annem bana acı acı baktı. Hayıflanarak:

“–O ekmeği atan gibi sen de bilmiyorsun, oğlum!” dedi.

Derin bir iç çekerek sözlerine devam etti:

“–Yaşayan bilir. Bir lokma ekmeğin değerini, onun yokluğunu çeken anlar. Biz bu yokluğu yaşadık, gördük oğlum. Antep Harbi’nde ben 14 yaşında bir kızdım. Evimizde hiç yiyecek yoktu. O yokluk içinde geçinmeye çalışırdık. Amcam da harpteydi. Ona günde bir ekmek veriyorlardı. O da ekmeğin hepsini yemiyor, bizim durumumuzu bildiği için çantasına koyup eve getiriyordu. Hava karardıktan sonra eve gelirdi. Biz 24 saat hep o vakti beklerdik. Amcamın getirdiği yarım ekmek gelince kapışarak yerdik.

Mevsimlerden sonbahardı. Bir gün baktım ki annem asma yaprağı sıyırıyordu. Sonra ağzına atıp çiğniyor, ardından da bırakıyordu. Merakla sordum:

«–Anne ne yapıyorsun?»

Titrek sesiyle dedi ki:

«–Yok bir şey kızım.»

Israr ettim. Mecbur açıkladı:

«–Karnımı kandırmaya çalışıyorum. Çok acıktım.»

«–Anne, akşam sen bizimle ekmek yemedin mi?» dedim.

Gerçeği söylemek zorunda kalmanın mahcubiyetiyle kekeledi:

«–Hayır kızım, ben akşam amcanın getirdiği yarım ekmeği size dağıttım, kendim yemedim.»”

Annem, annesinin bu hâtırasını naklettikten sonra yine ağlamaklı oldu. Derin bir iç çekerek:

“–Şimdi böyle bir hayat içinde yaşamış bir kimse olarak çöpte hiç el sürülmemiş bir ekmek görüp de nasıl ağlamayayım? Sen benim yaşadıklarımı yaşasan, ağlamaz mıydın?” dedi.

Bu sözler rûhuma işledi. Meğer annem çöpte ağlayan bir ekmek sebebiyle demek ne kadar haklı bir sebeple ağlıyormuş.

Ben ekmeğin olmadığı zamanı görmedim ama anamın gözlerinin nasıl dolduğunu gördüm.

Bana çok hizmet eden, özü doğru, sözü doğru fedakâr, cefakâr, vefakâr anamın o günkü hıçkıra hıçkıra, hüngür hüngür ağlaması hayatım boyunca gözümün önüne geliyor. Ne vakit zamane gençlerinin; «Ekmeğin içini ben yemem.» deyip de onu atması, hattâ kaşığını ve çatalını silip de çöpe fırlatması gibi acı davranışlarına rastlasam veya buna benzer hâllerini duysam, içim ürperir.

Annemin yaşlı gözleri gelir hatırıma.

Ben de için için ağlamaya başlarım…