Dön! KİM OLURSAN OL, DÖN!

Doç. Dr. Hidayet AYDAR

hidayetaydar@yahoo.com

Semâ‘ gösterilerini her izlediğimde, izahı mümkün olmayan bir ruh hâleti içine giriyorum. Önce semazenlerin döndüğünü görüyorum. «Dönüş» hızlandıkça gözümde sahne dönmeye başlıyor. Ardından dönme fiili seyircilere sirayet ediyor; herkes dönmeye başlıyor. İnsanlar, sandalyeler, koltuklar, duvarlar… Her şey, her şey baş döndürücü bir hızla dönüyor. Büyük bir girdaba yakalanmış varlıklar gibi hepimiz dönüyoruz; her şey dönüyor. O anda gözümde atomun parçacıkları gibi olduğumuzu hissediyorum. Çekirdeğin etrafında dönen elektronlar gibi… Küçüldükçe küçülüyoruz; âdeta varlığın merkezi oluyoruz. Atomun çekirdeğinin etrafında dönen elementler gibi bizler de mükemmel bir dönüş sergiliyoruz. Döndükçe, bizi saran ve özümüzden olmayan ne kadar kötü duygu ve düşünce varsa, hepsinin, dönüş hızımız arttıkça birer birer bizden koptuğunu görüyorum. Günahlar kopuyor, haramlar kopuyor, kusurlar kopuyor… Her bir parça koptukça hafifliyor, rahatlıyorum. Parçalar koptukça küçülüyorum; küçüldükçe özüme dönüyorum…

Sonra başka bir pencereden dönüşü görüyorum. Semazenler dönüyor; onlarla birlikte durduğum yerde ben de dönüyorum. Başım dönüyor, bedenim dönüyor. Gözümde uzay canlanıyor. Uzayda her şeyin döndüğünü görüyorum. Daha doğrusu, her bir semazen ve onlarla birlikte dönüş girdabına yakalanmış her bir seyirci, âdeta sonsuz boşluktaki birer gök cismine dönüyor; onlar gibi uzayda dönmeye başlıyoruz. Başımın dönmesi, bedenimin dönmesi, etrafımdaki herkesin ve her şeyin dönmesi… Bütün bunlar, dünyanın, gezegenlerin, galaksilerin dönmesiyle birleşiyor; bütünleşiyor… Ve sahnede birkaç semazenin dönmesiyle başlayan dönme hareketi, bütün dünyayı, uzayı, her şeyi sarıyor ve her şey; bütün mevcûdat dönmeye başlıyor. Biz dönüyoruz; yıldızlar dönüyor, gezegenler dönüyor… Her şey ama her şey dönüyor. Dönmeyen hiçbir şey kalmıyor. “Onların her biri, kendilerine ait bir yörüngede dönmektedirler.”2 âyeti geçiyor aklımdan. Bir yörünge ve herkes, her şey yörüngesinde dönüyor…

Döndükçe büyüyorum, uzayda ne kadar büyük bir yer tuttuğumu görüyorum. Âdeta merkezleşiyorum; ben dönüyorum ve her şey benim etrafımda dönüyor. O zaman «güneş, ay, gezegenler, yıldızlar, dağlar, denizler, ormanlar… kısaca yerde ve göklerde olan her şeyin insan olarak benim emrime âmâde kılındığını»3 daha iyi anlıyorum.

İşte Diyalog Avrasya’nın Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te gerçekleştirdiği «semâ‘» gösterisinde bir kez daha bu duyguları yaşadım.

Yıllar önce Mescid-i Haram’da oturup insanların Kâbe’nin etrafında «dönüş»ünü seyrederken de aynı duygulara kapılmıştım; başım dönmüştü; bedenim dönmüştü… Bir anda kendimi Kâbe’nin etrafında kendinden geçmişçesine dönen kalabalığın içinde bulmuştum; onlarla birlikte dönmüş, dönmüştüm. Ardından bizimle birlikte her şeyin dönmekte olduğunu görmüştüm. Kâbe’de başlayan «dönüş» hareketi, oradan etrafa yayılıyor; Mekke dönüyor; Arabistan dönüyor; Asya dönüyor; dünya dönüyordu. Sonra «dönüş» hareketi oradan uzaya sıçrıyordu; Yıldızlar, gezegenler, galaksiler… Gökyüzündeki bütün cisimler dönmeye başlıyordu. «Dönmek» bir anda âdeta mevcûdatın mihengi oluyordu. Sanki kâinatta esas olan şey «dönmek»ti; o yüzden de her şey dönüyor, dönüyordu…

Mevlânâ’nın semâ‘da «dönme»yi esas alması, onun, dönmenin ne kadar önemli bir ameliye olduğunu derinden farkettiğini gösteriyor. Mevlânâ müridlerine; “Dön!” derken, âdeta onlara; “Dünya olun, güneş olun, âlem olun…” demek istemiştir. Mevlânâ; “Dönün!” derken, müridlerinden, kâinatla, mevcûdatla bütünleşmelerini; mevcûdatta yok olmalarını istemiştir.

Semazenlerin ameliyeleri için kullanılan «dönmek» kelimesi de, çok mânidar bir kelime olup, hayatın gerçeğini yansıtmaktadır. Zira yukarıda da işaret ettiğimiz gibi kâinatta her şey dönmektedir; kendi etrafında veya başka bir şeyin etrafında…

İkinci bir anlamda dönmek, «bir şeyden, bir yerden dönmek» demektir. Bu anlamda da dönmek, hayatî bir anlam ifade etmektedir; zira «her şey, aslına döner.» “Göklerde ve yerde olan her şey Allâh’ındır ve bütün işler Allâh’a döndürülür.”4 Biz insanlar, «topraktan geldik, yine toprağa döneceğiz.»5

Bu anlamda «dönmek» kelimesi, genelde güzel şeyler için ve müspet mânâda kullanılmıştır. Bir insan gurbete gittiğinde, sılaya «döner». Âşıklar, hep gözü yaşlı māşuklarının dönmesini beklerler. Yoldan çıkmış biri, pişman olup yeniden eski hâline «döner». Günah işleyen biri, tevbe edip Allâh’a «döner».

İslâm anlayışına göre her doğan, «Müslüman» olarak doğar. Ancak daha sonra ailesinin, yaşadığı çevrenin, mensubu olduğu kültürün ilh. etkisinde kalarak başka inançlara girer. İşte bunlardan biri, bunu farkedip yeniden İslâm’a girince, aslına «dönmüş» olur. Bir Müslüman, inanç prensiplerini zedeleyecek bir tavır içine girmediği sürece, ne kadar günah işlerse işlesin, şayet bundan dolayı cehenneme girerse, günahının cezasını çektikten sonra cennete «döner».

Görüldüğü gibi buralarda dönmek, her zaman olumlu ve müspet mânâdadır. Esasen ontolojik/varlık bilimiyle ilgili mânâda her şeyin bir aslı vardır ve bu asıl, İslâm’a göre saftır; temizdir. İşte bu anlamda dönmek; daima yanlıştan, zarardan, kötü bir şeyden dönmek demektir. Bir varlığın, aslî yapısından sapması; yanlış yollara girmesi; kötü hâllere düşmesi… Ama sonra bunu farkederek, o saf olan, o temiz olan aslına «dönmesi» bu anlamdadır.

Kur’ân’da bu anlamda kullanılan kelime olan «ra-ce-a» fiiline ve ondan türeyen kelimelere bakıldığında, bu fiilin ve ondan müştak yüz civarındaki kelimenin, genelde olumlu ve müspet mânâda kullanıldığı görülecektir. Rabbin rızâsıyla mutmain olup huzura ermiş olan nefse, Allâh’ın kendisinden râzı, onun da Allâh’ın verdiklerinden râzı olarak Rabbine dönmesi emredilirken bu fiil kullanılmıştır: “Ey huzura ermiş olan nefis, Rabbine dön!”6 İnsanların Allâh’a döndürüleceği;7 dönüş yerlerinin Allah olduğu8 anlatılırken kullanılan fiil, yine bu fiildir. Müslüman’ın başına bir musibet geldiğinde, meselâ bir yakını veya sevdiği biri öldüğünde; “Şüphesiz ki biz Allah için varız ve sonunda da O’na döneceğiz.” der.9

İşte her semâ‘ gösterisi, semazenlerin «pervaneler» gibi «dönmesi», bana hep bu duyguları yaşatıyor. O yüzden, her semâ‘ programını izlediğimde, Mevlânâ’nın; «Gel! Kim olursan ol, gel!.. Yüz bin kerre tevbeni bozmuş olsan, yine gel!» şeklindeki çok mânidar sözünü, içimden şu şekilde söylemek geliyor:

“Dön! Kim olursan ol dön! İster Hıristiyan, ister Mecusî, ister putperest ol, yine dön! İstersen yüz bin kerre tevbeni bozmuş ol, yine dön!” Zira sen döndükçe küçülecek; varlığın çekirdeği, özü olacaksın. Sen döndükçe büyüyecek, âdeta kâinat olacaksın. Sen döndükçe günahların hazan yaprağı gibi savrulup dökülecek ve sen arınacaksın; sen döndükçe aşk dönüşü, kusurlarını, hatalarını bir ateş gibi yakacak ve sen pak olacaksın. Hafifleyecek, hafifleyecek… Göklere uçacaksın. Sen döndükçe özüne dönecek ve «sen» olacaksın.

O yüzden, kim olursan, ne olursan, nerede olursan ve nasıl olursan ol; «Dön!»

1 İstanbul Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi (ve Kırgızistan Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Fakültesi Dekanı)
2 Yâsîn, 36/40.
3 Bkz. İbrahim, 14/32; Nahl, 16/12, 14; Hacc, 22/65; Lokman, 31/20; Câsiye, 45/13.
4 Âl-i İmrân, 3/109.
5 Bkz. Tâhâ, 20/55.
6 Bkz. Fecr, 89/28.
7 Bkz. Bakara, 2/28. Diğer âyetler için bkz. Muhammed Fuâd Abdulbâkî, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerim, (Kâhire: Dâru’l-Hadîs, 1417/1996), 370.
8 Bkz. Mâide, 5/48. Diğer âyetler için bkz. Abdulbâkî, a.g.e., 371.
9 Bkz. Bakara, 2/156.