Bilerek veya Bilmeyerek NELER ERİYOR!

M. Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

SEYR

Her tarafın zifirî karanlık olduğu bir geceydi.

Elektrikler kesildi.

Elinde sadece bir tek, o da incecik bir mum vardı. Zar zor kibriti bulup mumu yaktı. Evin içi biraz ışıdı. Fakat cılız mum ve cılız ışık, çok geçmeden bitiverdi.

Tekrar zifirî karanlık başladı. Keşke birkaç mum daha olsaydı, diye düşündü. Yerinden kalktı, diğer odaya geçecekti. Tam iki adım atmıştı ki ayağı iskemleye takılıp boylu boyunca yuvarlandı.

Düşerken kafasını masanın köşesine çarpmıştı. Alnı kanıyordu. Gittikçe takati kesiliyordu fakat gün ışımadan yapabileceği bir şey yoktu.

Derin ve çaresiz bir «aah» çekti.

Bu ah çekişler, kim bilir kaç kere yaşanmıştır. Suç, kesilen elektriklerde mi, karanlıkta mı, yoksa eriyip biten mumda mı? Hepsinde mi?

Cevaplar değişir. Lâkin dikkat edilirse doğru cevap, elektriksiz bir karanlıkta tedbiri mumdan farksız olan adamı işaret etmektedir.

Çünkü;

Zifirî bir gecede elinde bir tek mumu olan, yine karanlıkta kalacaktır.

Bunu şöyle de değerlendirebiliriz:

Hedef ve gayesinde, anlayış ve idrakinde bir mum gibi dışarıdan tutuşturulan kimseler bir müddet sonra karanlığın içinde eriyip kaybolurlar. Ancak içten tutuşan gönüller, bir güneş gibi hiç sönmeden parıldarlar. Hem de nice dünyaları da ışıldatarak.

Buna rağmen zamanede erimeler daha fazla.

Dünle bugünü kıyasladığımızda toplumdan aileye müthiş bir yaşayış ve anlayış erimesi görüyoruz. Necip Fazıl’ın ifadesiyle:

Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kız kardeşimin (Tamtam)da çığlıkları.
Bir kurtlu peynir gibi ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…

Bu; hayat, edep ve inanç meseleleri etrafında yaşanan erimelere misal.

Başka sahalara baktığımızda oralarda da farklı erimeler göze çarpıyor.

Millî şairimiz Âkif, toplumda moda hâline gelen sanat anlayışındaki erime ve çarpıklığa bakın nasıl temas ediyor:

Bir zaman vardı ya târîh-i mukaddes modası…
Yeni yaptırdığı köşkün büyücek bir odası,
Mutlakā eski tesavîr ile ziynetlensin,
Diye, ressam aratır hayli zaman bir zengin.
Biri peydâ olarak; «Ben yaparım.» der. Kolunu
Sıvayıp akşama varmaz, sekiz arşın salonu,
Sıvar ammâ ne sıvar! Sâhibi der:
–Usta bu ne?
Kıpkızıl bir boya çektin odanın her yerine!
–Bu resim, askeri basmakta iken Fir’avn’ın,
Bahr-i Ahmer yarılıp geçmesidir Mûsâ’nın.
–Hani Mûsâ be adam?
–Çıkmış efendim karaya.
–Fir’avun nerde?
–Boğulmuş!
–Ya bu kan rengi boya?
–Bahr-i Ahmer, a efendim, yeşil olmaz ya bu da!
–Çok güzel levha imiş! Doğrusu şenlendi oda!

Bu misalin değişik şekillerini nereye baksanız bol bol görebilirsiniz.

Geçen ay Hazret-i Mevlânâ’yı doğru anlamakla alâkalı bir programa katıldım.

Bütün konuşanlar; orada Hazret-i Mevlânâ’yı herkesin kendine göre anladığını, üstelik hazret hakkında nice çarpıtmalar ve uygunsuz yakıştırmalar yapıldığını vurguladı. Ben de konuşmamda Hazret-i Mevlânâ’nın bilhassa:

Oldu hep kendince dost, âlem bana,
Bakmıyor hiç kimse sırrımdan yana! (terc. Seyrî)

beyti etrafında açıklamalarda bulundum.

Ancak programın sonuna doğru bir şiir okuyucusu geçen ay yapmış olduğumuz «Kırık Nesir ve Felsefî Mırıltılar» başlığı etrafındaki tenkitlere paralel bir okumada bulundu.

Yaptığım itiraza cevabı «herkesin kendince anlaması gerektiği» vurgusu etrafında toplandı. Yanlış anlayışı, «ben bunu kendimce böyle anlıyorum, benim için budur.» şeklinde savunmaya çalıştı. Ne Mevlânâ’nın şikâyeti umurunda idi ne de o ana kadar herkesin kendince anladığı takdirde nasıl vahametlerin ortaya çıktığı gerçeği ve bunlara döne döne temas edilmesi.

Halk namına halktan ve Hak’tan bir kopuş bu. Mutlak bir yanlışı, bir hatayı, kendince anlamlar etrafında yorumlayıp da onu doğru ilân edemeyiz. Hiçbir vicdanlı irade; bir virüsü eveleyip geveleyerek çok faydalı bir ilâç diye yutturmaya kalkışamaz. Tabiî o irade erimemişse. Erimişse diyecek bir şey yok.

Çünkü erimişlikler, oynak bir yapı doğurur. Sonra bu oynak yapıyı şiire, edebe, edebiyata ve hayata da yansıtma cüreti ve garabeti tabiî olarak ortaya çıkar. Sonra hepsi birbirinden kopar. Sözün ve özün ışığı kaybolur.

Bu tür ve benzeri erimeler çok ileri gittiği takdirde mecazî pek çok örneklerinde görüldüğü üzere birileri zemzemi tuvalet maşrapasında ikram etmeye kalkar. Maşrapaya bakmadan zemzemin güzelliğinden bahseder. Düşünmez ki tuvalet maşrapasına dökülen zemzemin artık zemzemliğinden hiçbir şey kalmamıştır.

Bu hazin bir erime.

Bazıları şu savunmalara yelteniyor:

“Efendim kitle bundan hoşlanıyor. Mecbur böyle yapmak zorundayız.”

Kitle niye ondan hoşlanmaya başlamış? Bunu düşünmüyor. Sormak lâzım:

“Eşeklikten hoşlananlar var diye anıracak mıyız? Köpeklikten hoşlananlar var diye havlayacak mıyız? Birileri kargaları seviyor diye gak-gak diye mi öteceğiz?

Yoksa onlara bülbülden hoşlanmayı mı öğreteceğiz?”

Elbette ki en doğru iş, ne anırmak ne havlamak ne de gaklamak! Ancak ve ancak bülbüllüğü öğrenmek ve öğretmek. İnsanlığımız da inancımız da öz sanatımız da bunu gerektirir.

Unutmamalıyız;

Biz asırlarca tarihe yön vermiş Müslüman bir milletiz.

Bizim için yegâne üsve-i hasene/en güzel örnek olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e baktığımızda onun iradeli davranışları bize yukarıdaki meseleler karşısında nasıl bir duruş ve anlayış sergileyeceğimizi çok net bir şekilde göstermektedir.

Siyer-i Nebî’yi bir kez daha, sonra bir kez daha okuyalım. Orada bize ışık tutacak neler neler bulacağız.

Meselâ;

Hazret-i Peygamber, kızlarını gömmeyi yeğleyen bir kitle ile karşı karşıyaydı.

İnsanları köle olarak kullanan ve onlara zulmeden bir kitle ile karşı karşıyaydı.

Âkif’in; “Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.” dediği derecede vahşî ve cani bir kitle ile karşı karşıyaydı.

Ancak O Âlemler Sultanı; onlara yaklaşırken, onların gönüllerine hidayet için kapı aralamak isterken «ne yapalım insanlar böyle tercih yapmışlar» ya da «aman onların zıddına bir şey yapmayayım yoksa bana yaklaşmazlar» yahut «kitle neyi seviyorsa kendilerine onu sunmak lâzım» gibi saçma anlayışlar asla sergilemedi. En çaresiz kaldığı noktada bile “Sizin dininiz size benim dinim Bana!” düsturuyla hareket etti.

Neticede her biri bir yıldız olan bir topluluk meydana getirdi. Kanatları bütün cihanı bu duruşla sardı. Bu duruşla cihanşümul/evrensel bir şahsiyet oldu.

Şimdi önünde böyle bir örnek olduğu hâlde bugün evrensel olmak, herkese hitap etmek için kendi şahsiyet ve medeniyetini eritip hattâ yok sayarak herkesleşmeye çalışan şaşkınların kulakları çınlasın…

Kulaklar çınlarken insanı öyle veya böyle eriten tehlikelere de dikkat.

İnsanı ne eritir?

Çok şey. Cehalet, gaflet, servet, şöhret, şehvet, nefsaniyet, atalet/tembellik, dikkatsizlik, nemelâzımcılık, hırs, düşmanlıklar, makam-mevki ve fânî dünya.

Neler eriyorsa arkasında hep bunlar vardır. Bunlar da ciddî ve mânevî bir eğitim olmaksızın asla bertaraf edilemezler. Bertaraf edilmedikçe de inançlar erir, ahlâklar erir, dürüstlükler erir, sözler erir, özler erir, fikir erir, irade erir, şahsiyetler erir, gayretler erir, insanlık erir, aile erir, toplum erir, her şey erir.

Böyle durumda doğru yapmak niyetleri de erimelere engel olamaz. Komşuluğu diriltmek istersin duvarlar erir. Hakikati söylemek istersin kelimeler erir.

Bu bakımdan yapıların, anlayışların, hayatların, edep ve edebiyatın, şiir ve şuurun, fikir ve inancın, dâvâ ve gayretin, bir mum gibi bir anlık ışıltıdan sonra eriyip biten değil, güneş misali bir kıvam içinde olması gereklidir.

Osmanlı işte bunu başardığı için tarihin altın sayfalarında şan ve şerefle yer almıştır.

Osmanlı’nın medeniyet dünyasında bütün sahalarda bu gerçeği görürsünüz. Onlar özü de sözü de yerli yerince yoğurmuşlar; hayatla, halk ile ve daha önemlisi Hak ile içiçe bir hâle getirerek asırları kucaklamışlardır. Yani yaptıklarının üzerinden nice yüzyıllar da geçse, çağlar da geçse eskimemiş, erimemiş, bilâkis daha sağlamlaşmış, daha güzelleşmiş, daha mükemmelleşmiş, daha değerli hâle gelmiş ve daha kalıcı bir vasıf kazanmıştır. Hem de bütün değer yargılarının en hassas terazilerine göre.

Osmanlı edebiyatı üzerinde çalışmalar yapan Amerikalı Prof. Dr. Walter G. Andrews bakın nasıl bir değerlendirme yapıyor:

“Şiir demek Osmanlı insanının hayatı demektir. Şair demek de Osmanlı demektir. Bu kelimeleri yani Osmanlı ile şair, onun hayatı ile de şiir ifadelerini birbirinin yerine rahatça kullanabilirsiniz. Her iki durumda da cümlenin mânâsı hiçbir şekilde değişmeyecektir.”

Ancak öz ve sözde, şiir ve edebiyatta bu güçlü yapıyı bir kenara bırakıp da zamanede cılız anlayış ve temellerin rüzgârına kapılanların oluşturdukları yapılar hakkında bu tespitin tam tersini de açık yüreklilikle söylemek gerekiyor. Yoksa ne o bin yıllık hazine elimizde kalır ne de kar gibi ve mum gibi erimekten başka bir işe yaramayan şeyler. Sözü yine şiire bırakalım:

Bir mum gibi eriyenler, ne hüner,
Karanlığa gömülerek eriyor!
Güneş olup erimeyen kimseler,
Hiç sönmeden Mevlâ’sına eriyor… [Seyrî]

Allah eriyenlerden değil, erenlerden eyleye…