ŞAİR VE NÜKTE Şeyhülislâm YAHYA VE NÜKTELERİ 2

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

noztoprak@marmara.edu.tr

Şeyhülislâm Yahya’yı (1561-1644) şairliğinden dolayı öven şairlerin başında Nef’î gelir. Nef’î gibi kendini çok beğenen, kendini sözün en büyük üstadı olarak gören bir şairin Şeyhülislâm Yahya’yı övmesi mânidardır. Nef’î «ma’nâ» redifli kıt’asında bilgi tahtının padişahı, mânâ makamının Hüsrev’i, söz sultanı, mânâ padişahı, mânâ meydanının saflar yaran yiğidi gibi sözlerle onu övmektedir;

Ey pâdişeh-i serîr-i dâniş
V’ey Husrev-i bârgâh-ı ma‘nâ
Saf çekse ne dem sütûr-ı hatun
Ey safder-i rezm-gâh-ı ma‘nâ1

Devrin ileri gelenlerini bile makam ve mevki gözetmeden hicvetmekten çekinmeyen Nef’î, Yahya Bey’e karşı sözlerini ölçülü sarf etmekte ona sevgi ve saygı duymaktadır. Şeyhülislâm Yahya da söz meydanının bu yalınkılıç erinin söz kılıcından korkmaz onunla cenge tutuşmaktan zevk alırdı. Onunla manzum şakalaşmayı severdi. Ona takılmaktan çekinmez, verdiği cevaplardan hoşlanırdı. Ne yazık ki bu iki kalem üstadının karşılıklı manzum veya mensur takılmalarının pek azı bilinmektedir. Bunlardan birini kaydedelim:

İKİSİ DE YALANCI

Yahya Efendi Nef’î hakkında;

Şimdi hayl-i suhen-verân içre
Nef’î mânendi var mı bir şâir
Sözleri seb’a-i mu’allakadır
İmriü’l-Kays kendidir kâfir

diyerek önce, yaşadıkları dönemde onun gibi büyük bir şair olmadığını vurgulamış, sonra onun sözlerinin Kâbe’nin duvarına asılmak için seçilen şiirler kadar kıymetli oluşuna dikkat çekmiştir. Ancak bu arada onu cahiliye dönemi büyük Arap şairlerinden İmriü’l-Kays’a benzeterek büyük şair oluşuna dikkat çekerken İmriü’l-Kays’ın cahiliye dönemi şairi yani kâfir oluşunu îmâ ederek yermiştir. İfade, muhatabın beklemediği bir şekilde sonuçlandığı için sözün etkisi artmıştır. Şeyhülislâm Yahya över gibi görünüp yermeyi (te’kîdü’z-zem bimâ yüşbihü’l-medh) eşine az rastlanır bir zariflikle yapmış, muhatabını savaşmak yerine aynı incelikle cevap vermeye mecbur etmiştir. Tam da isteği gibi bir zeminin oluştuğunu gören Nef’î;

Bize kâfir demiş Müftî Efendi
Tutalum ben diyem ana müselmân
Varıldıkda yarın rûz-ı cezâya
İkimüz de çıkaruz anda yalan2

“Müftü Efendi (Yahya Efendi) bize kâfir demiş, hadi ben de onun Müslüman olduğunu varsayayım, (Allah biliyor ya) yarın mahşere vardığımızda orada ikimizde yalancı çıkarız.” diyerek Yahya Efendiye aynı zarafette cevap vermiştir. Şüphesiz ince bir nükte ile cevap vermesi Yahya Efendiye saygısındandır. Aksi halde Gürcü Mehmet Paşaya yaptığı gibi abartılı övgülerden sonra «a köpek» diyebilir, ya da Nev’izâde ve Kafoğlu’ya dediği gibi «pespaye» olarak niteleyip haddini bildirmeye kalkabilirdi;

Nev’izâdeyle Kafoğlu gibi pespâyeleri
Bana şâir geçinip hadleri mi kıt’a demek
Hak diyor anları vurdukça yere hicvimle
Haddini bilmeyene haddini bildirme gerek3

BURNUNDAN GELDİ

Yahya Efendi zamanında, tütün içme alışkanlığı hızla yayılıyordu. Yahya Efendi ise kısıtlamalara ve de ağır cezalara rağmen tütünün toplum arasında hızla yayıldığını görmüş ve bunu kendine has zarafetle tenkit etmiştir;

Ben duhân içdüm diyü meclisde şâd olmam hele
İşret olsun mı bu kim fi’l-hâl burnundan gele4

Tütün içmekle mecliste şâd olunmayacağını, burnundan duman çıkartmanın da işret olmayacağını söylerken Yahya Efendi mecazen «burnundan gelmek» deyimini kastederek tütün içenleri her zamanki zarafetiyle tenkit etmiştir. Ancak bununla beraber tütünün, şairin ve de halkın altıncı parmağı olacağını görmüşçesine ağır eleştirilerden kaçındığı görülmektedir.

LEYLEĞİN YUVASI

Bayramlaşmak üzere konağına gelmiş olan Sadrazam Kemankeş Ali Paşa ile konuşması sırasında şairane bir zemin düşürerek, paşanın hatırı sayılır rüşvet yiyenlerden olduğunu yüzüne karşı söylemesi Şeyhülislâm Yahya’nın makamından azli ile sonuçlanmıştı.5 Bu hâdiseyi dile getiren güzel bir hikâye «Leyleğin Yuvası» başlığıyla Tercüman Gazetesinde (23/04/1969) Atiye KESKİN tarafından yayımlanmış. Hikâyeyi aynen aktaralım:

“Gazelleriyle meşhur Şeyhülislâm Yahya Efendi, Sadrazam Kemankeş Ali Paşa’nın tutumunu hiç beğenmez. Bir gün dîvanda yalnızken kendisine nasihat ederek:

«–Rüşvet aldığınız işler kulağıma geldi, bu yolda yanıldı iseniz tövbekâr olunuz. Bir yerden haksız olarak bir şeyi koparıp almak, gönlün de hayatın da ışığını söndüren ne kötü tufanlara yol açar.» der.

Ali Paşa bu nasihate fena hâlde sinirlenip alaylı bir tavırla:

«–Bak şu dönen işlere ki, hep hak yiyenler dediklerimizin servet ve saltanatları var. Beri tarafta, ‘hak hak’ diye çenesini yorup duranlar ise, ya sürünecek ya dövünecek hâllere düşüyorlar, bunun hikmeti nedir acaba?» diye sorar.

Yahya Efendi sükûnetle der ki:

«–Evvel zaman içinde meleklerden biri yeryüzüne gezmeye inince bir hayır yapmak ister. İnsanoğlunun elinde yol gösterecek kitabı var, ben başka bir mahlûka yol gösterici olayım diye leylekleri başına toplar. Nasihatler eder, bildiklerini açıklar, en sonunda da:

‘–Eğer içiniz ferah, zihniniz açık, hayatınızın mutlu ve duanızın kabul olmasını istiyorsanız ilk önce haksız olarak bir şeye uzanmaktan kaçın, öksüz ve yetim çocukların tarlalarından bir arpa tanesi bile almamaya çalışın.’ der.

Ulu bir çınarın tepesinde oturan bir leylek o ana kadar yaptığı günahlarını düşünerek:

‘–İyi ama harama uzanmanın cezası hemen verilir mi?’ diye sorar.

Melek:

‘–Belli olmaz.’ der. ‘Ancak, Rabbimiz sabır ve sevgide pek yüce olduğu için uzun bir zaman yapılan hatanın düzeltilmesini bekler.’

Aradan bir zaman geçer. Bu ulu çınarda oturan leylek bir gün civarda oturan küçük bir çocuğun tarlada çırpılarla ateş yaktığını görür. Çınarın dibine arada bir kuşlar için yemek artıkları döken yetim çobanı iyice tanır. Yaktığı ateşin üzerine koyduğu sucuk kokusu bütün etrafı kaplar. Leylek bir an meleğin kendisine söylediklerini hatırlar. ‘Nasıl olsa yapılan fenalıkların, yenilen haramların hemen cezalanmayacağını söylemişti, daha önümüzde yıllar var. Gün ola harman ola, şu nefis parçayı kapayım.’ der. Böylece diklemesine inip sucuğu alarak yuvasına getirir. Ama sucuğa yapışan küçük bir ateş kuru ottan yuvasını bir anda tutuşturur. Alevler yavrularını sarar, karşılarında çırpınıp durursa da ateşe mânî olamaz, perişan bir hâlde uçup başka illere göçerken leyleklere ders veren meleği görür. Başına gelenleri ağlayarak anlattıktan sonra:

‘–Hani yapılan fenalıklar hemence çıkmaz demiştin bu ne hâldir?’ diye sorar.

Melek:

‘–Evet.’ der. ‘Olanlardan haberim var. Ama bu senin günahın değil, babanın günahı idi. Seninkinin ilâhî âlemin terazisi ile nasıl, ne zaman tartılacağını; af mı, ceza mı göreceğini bilemem, bu Hakk’ın sırlarından biridir.’ der.»

Hikâye bitince Sadrazam Kemankeş Ali Paşa azametle:

«–Sizin gibi Şeyhülislâm olan birinin, benim gibi Sadrazam olan birine leylek hikâyesi anlatması ne tuhaf.» diyerek güler.

Yahya Efendi mütevazı bir hâl ile

«–Doğru, çok doğru, ancak kıssadan hisse çıkarmak için dört kitap bile misaller vermiştir.» der.

Bu görüşmeden pek öfkelenen Ali Paşa, leylek hikâyesinden kastedilen mânâyı Osmanlı hanedanında taht kavgaları yüzünden boğdurulan günahsız şehzadeler için söylendiğine getirip padişaha iyice çekiştirir. Sonunda Yahya Efendiyi azlettirir. Mesele, şeyhülislâmın bir başka dostu tarafından padişaha aynen nakledilince, tekrar eski makamına getirilen Yahya Efendi ölünceye kadar vazifesinde kalarak Revan ve Bağdat seferlerine de katılır.”

1 Nef’î Dîvânı, haz. Metin AKKUŞ, Akçağ Yay., Ankara 1993, s. 271.
2 Saffet Sıdkı, Nef’î ve Sihâm-ı Kazâ’sı, İstanbul 1943, s. 67.
3 Hilmi YÜCEBAŞ, Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi, LM Yay., İstanbul 2004, s. 172.
4 Lütfi BAYRAKTUTAN, Şeyhülislâm Yahya ve Dîvânından Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yay., İstanbul 1990, s. 60.
5 Nâimâ, Tarih-i Nâimâ, İstanbul 1280, II, 296.