Yaklaşım Farkı

Ahmet ZİYLAN

Askerde başımdan bir hâdise geçti. Be¬nim için ders niteliğinde bir hâdise. 1956 yılında yaptım askerliğimi. Sü¬variydim, bizim zamanımızda askerde süvarilik de vardı. Süvariliğin bir senesini Adapazarı’nda geçirdik. Sonra kışlamı¬zı Çanakkale’ye naklettik. Çanakkale’de tavla çavuşuyum. Tavla çavuşu demek âdeta atların sahibi demek. Tavla çavuşu nöbet filân tutmaz fakat atın hastalığın¬dan, ölümünden, suyundan, yeminden, her şeyinden o sorumludur. Sabah na¬mazından sonra atları tımar eder, yalak¬lara at suyuna çekeriz. Her gün her bö¬lük atlarını suya çeker. Bizim 109 atımız vardı, hepsi al, yani kırmızı atlar… hepsi birbirine benziyordu.

Bir gün tam at suyuna geldik, hay¬vanların başlarında sadece bir zincir yuları var. Sabahtan yeme gittiği için kantarma yok, gem de yok. Götürenler de acemî. Hayvanlar bir şeyden ürktü¬ler, ânîden bir parladılar. Öyle bir kaçış kaçtılar ki, ne yapacağımızı şaşırdık. Yedisi hariç hepsi dağıldı.

Ben alelacele kalan atlardan birine bindim, izlerini takip edeceğim. Etrafta bir tel örgü var. Tel örgüden çıkış için bir kapı var. Üç metre kadar tel örgü olma¬yan bir yer var. Sabah karanlığında ora¬ya sürüyorum diye tel örgünün üzerine sürmüşüm. At birden bire tele gelince ben atın üstünden üç-dört metre öbür tarafa düştüm. At da bu tarafta kaldı.

Beriye döndüm, tekrar bir ata bindim. Koşturuyorum. Bakıyorum bir yönde on-on beş tane atımız var. En yakını da on beş, yirmi kilometre gitmiş. Üzerlerine koşturuyorum. Ben koşturdukça onlar kaçıyor. Ya¬kalayamıyorum geriye dönüyorum. Nihayet at çatlayacaktı artık kışlaya döndüm subaylara:

“–Böyle böyle oluyor.” diye an¬lattım. Onlar dediler ki:

“–Öyle olmaz. Atlar bir yerde birikmiş dururken onların üzerine at sürersen atlar kaçar.”

“–Ne yapmamız lâzım?”

“–Hiç sürat yapmadan yavaş yavaş, hiçbir şey yokmuş gibi atların arasına gireceksin. Atların arasın¬da bir tur yapacaksın, ondan sonra çekip geleceksin. Atlar senin arkana düşer. Önce kendini kabul ettire¬ceksin, ondan sonra yürüyeceksin. Atlar arkandan gelir.”

Usûlünü böylece öğrendikten sonra grup grup atları tavlaya getir¬dik. Bu hâdiseden çıkardığım ders şu oldu:

İnsanlara faydalı olmak, onla¬rı doğru bildiğimiz yöne çağırmak, çekmek yolunda da alelacele yak-laşmak, söylenecek şeyleri paldır küldür, öncesine sonrasına dikkat etmeden anlatmak sadece ürkütüp kaçırmak neticesini doğuruyor.

İnsanlara tesir etmek için de yanlarına gürültü-patırtı yapma¬dan, yumuşak bir şekilde yaklaş¬mak gerekiyor. Yavaş yavaş kendini kabul ettirmen gerekiyor. Hâlinle, hünerinle, davranışlarınla, yaşayı¬şınla, doğruluğunla, dürüstlüğünle her şeyinle kendini kabul ettirmen gerekiyor. Ondan sonra zaten senin arkana düşüyorlar, gittiğin yoldan gidiyorlar.

Yoksa ne kadar söylesen, an¬latsan, bağırıp çağırsan, arkana düş¬melerinin, sana tâbî olup davetini kabul etmelerinin imkânı yok.

Bunu pek çok şeye uygulayabi¬liriz:

Meselâ ben, imam olsam, gi¬der; şu spora, futbola meraklı ço¬cukların arasına girer top oynarım, diyorum. Onların arasına girip on¬larla oynayıp, sonra güzelce camiye getirebilmek. İşte hüner! Yoksa ca¬miye gelen çocukları, gençleri kor¬kutup kaçırmak iş değil!

Öğretmen isen aynı şekilde bire bir ilgilenmezsen, talebenin arasına karışmazsan onu istediğin ideal yola sevk edemezsin. Sana ısınmaz talebe.

İş dünyasında yine aynı… İş¬çine, çalışanına, müşterine doğru, sıcak yaklaşımı göstermeli, onun iyiliğini istediğini, onu düşündüğü¬nü hissettirmelisin ki müspet sonuç alasın.

Hâsılı, hayatın her safhasında insana ulaşmanın, onu motive et¬menin, onu doğruya, güzele, iyiye sevk etmenin yolu, ona yumuşak, yavaş, teennili bir şekilde yaklaş¬maktan geçiyor.

İnsanla biten her işte başarı¬nın en önemli anahtarlarından biri de bu!