Latif Latîfeler ve Güzel Anekdotlar

Dursun GÜRLEK

dursun.gurlek@mynet.com

Yazarların kitaplarında yer verdikleri, usta hatiple¬rin sözlerinin arasına sıkıştırdıkları, sohbet erbabı kimselerin nakletmekten büyük bir zevk aldıkları fıkralar, latîfeler, anekdotlar; çorbada tuz, helvada şeker kabul edildiği içindir ki, kültür dünyamızın son derece önemli malzemelerini teşkil ediyorlar ve bunlar, okuyu¬cular tarafından büyük bir alâkayla karşılanıyor.

Öyle ise ilginizi uyandırmak, bilginizi artırmak için birkaç latif latîfe nakledeyim. Buyurun efendim:

KATİLİNİ AFFEDEN DEVLET ADAMI

Ömer bin Abdülaziz Hazretleri zehirlenip ölüm döşeğinde yattığı sırada, kendisine zehir veren adamı yanına çağırır. Yumuşak bir dille, böyle bir cinayete na¬sıl cür’et ettiğini sorar.

Adam:

“–Ey mü’minlerin emîri! Bana bin altın verdiler!” der. “Ben de paraya tamah edip bu cinayeti işledim!” ce¬vabını verir.

Halîfe hazretleri, hemen bin altını geri aldırarak beytülmâle (devlet hazinesine) teslim ettirir. Câniye de şöyle der:

“–Bana verdiğin zehrin etkisiyle ölürsem, seni de sağ bırakmazlar. Derhâl buradan uzaklaş, bir yere saklan!”

DİLENCİNİN BÖYLESİ

Ünlü Fransız edebiyatçılarından Molyer (Molie¬re), bir gün, bir arkadaşıyla köyden şehre giderken, bir dilenci kendisinden sadaka ister. O da çıkarıp bir altın verir. Biraz ilerleyince dilenci bağırarak:

“–Efendim! Efendim! Yanlışlıkla bana yirmi franklık bir altın vermişsiniz!” der. Dilencinin bu tav-rına hayran olan Molyer, kendisine bir altın daha verir. Yanındaki dostuna da şöyle der:

“–Görmüyor musunuz? Fazilet tâ nerelere kadar gizleniyor!”

SUYA KAPILAN İNEK

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri’nden öğrendiğimize göre, adamın biri, sattığı süte su karıştırıyor. Bir gün

ineğini otlatırken yağmur yağmaya başlıyor, derken her tarafı sel basıyor. Tabiî ki bu arada sütçünün ineğini de boğup götürüyor. Adam feryat ve figan etmeye başla¬yınca, kızı zarif bir üslûpla babasına şöyle diyor:

“Babacığım! Boşuna kendini üzme. Sütüne karış¬tırdığımız sular birikti, zavallı ineği alıp götürdü!”

KENDİ MALINI YAĞMALATTIRAN HÜKÜMDAR

İran şahlarından Keykâvus, birçok savaştan sonra Mısır’ı eline geçirir. Memleketi yağma etmeleri için as¬kerlerine izin verir. Mağlûp olan Mısır hükümdarı bu durumu görünce çok üzülür:

“–Bunlar ne yapıyor?” diye sorar. O da:

“–Malını-mülkünü yağma ediyorlar!” der. Bunun üzerine yenik hükümdar şu cevabı verir:

“–Yanılıyorsunuz sultanım! Artık benim burayla herhangi bir ilişkim kalmadı. Savaştan sonra her şey senin eline geçti. Dolayısıyla askerler benim malımı-mülkümü değil, senin malını ve eşyanı yağma ediyorlar.”

Keykâvus bu isabetli cevaptan sonra yağma hare¬ketini durdurur.

BAYKUŞ GİBİ MİSAFİR

Dilimizde şöyle bir söz var. «Misafirlik üç gündür.» Tabiî ki, buna kesin bir hüküm gözüyle bakamayız. Du¬ruma, şartlara ve şahıslara göre bu süre hem uzayabilir, hem de kısalabilir. Fakat şurası da bir gerçek ki, bazı kim¬selerin misafirliği hakikaten çekilmiyor. Böyle adamların varlığı bile sıkıntı veriyor. Misafirliğin âdâbına riayet et¬meyen ziyaretçiler bir de ileri-geri konuşmaya, mâlâyânî sözler söylemeye başlayınca siz tam bir kaos ortamında kalıyorsunuz. «Şu adamlar bir an önce savuşsalar…» diye içinizden dua etmeye başlıyorsunuz.

Ziyaretçilerinin çokluğundan ve onların lüzumsuz lâkırdılarından ve takırtılarından fena hâlde canı sıkı¬lan hikmet ehli bir zat demiş ki:

“Yâ Rabbi! Şu dostlarımı (!) yanımdan uzaklaştır. Ben düşmanlarımla kendim başa çıkarım!”

Oturduğu yerden kalkmayı bilmeyen, bir nevî minder eskiten sözüm ona misafiri -bakınız- şair nasıl tanımlıyor:

Misafirin iyisi gelir-geçer kuş gibi
Kötüsüyse oturur daima baykuş gibi

DÜNYA HÂLİ

Nasreddin Hoca’nın; «Ye kürküm ye!» masalını bilirsiniz. Merhum, üstü-başı perişan bir hâlde gittiği ziyafet meclisinde büyük bir hayal kırıklığına uğramış. Çünkü kimse kendisiyle ilgilenmemiş. Ertesi hafta ga¬yet gösterişli bir elbise giyerek aynı meclise gelmiş. Bu sefer kendine hayli alâka göstermişler, başköşeye buyur etmişler. Zâtına değil de, kürküne itibar edildiğini gö¬ren Hoca, sofraya oturulunca meşhur sözünü söylemiş:

“Ye kürküm ye!”

Eskiden olduğu gibi, bugün de paraya, serve¬te, şöhrete önem veriliyor. Buna mukabil gerçek ilim adamları, hakikî sanatkârlar, kâmil insanlar horlanıyor. Gittikleri meclislerde, böyle kıymetli insanların yüzüne kimse bakmıyor.

Bursa’nın ileri gelenlerinden bir zat, şair Lâmiî Çelebi’yi, bir gün evine davet eder. O da içeri girince âlimlerin, ediplerin birer sığıntı gibi kapının arkasında oturduklarını; cahil fakat zengin kişilerin ise başköşeyi işgal ettiklerini görür. Ev sahibi, zarif şiirleriyle tanınan Lâmiî Çelebi’ye: “Lütfen şu meclisin hâlini tasvir et.” de¬yince şair şu dörtlüğü söyler:

Mu’teberdir cihanda dûn-ı denî,
Dâimâ zillet üzre ehl-i hüner
Hâl-i âlem, misâl-i deryâdır;
Külçe altın çöker, cîfe yüzer.

ŞAİR TASLAĞI

Usta bir aşçı tarafından pişirilen yemekler insanın damak zevkini okşadığı gibi, güçlü şairlerin kalemin¬den çıkan şiirler de kişinin gönül denizini âdeta dal¬galandırıyor. Oysa «müteşair» denilen şair taslağının «şiir» adı altında söylediği saçma-sapan sözler hem kulakları tırmalıyor, hem de bediî zevkimizi hırpalıyor. Böyle müteşairlerle karşılaşınca tam bir işkenceye ma¬ruz kalıyorsunuz.

Üç beş şair, karınlarını doyurmak için bir işkem¬beciye gitmiş. Dükkâna girer girmez, bir kâse çorba ısmarlamışlar. İşkembeci tasını masaya koyunca, içle¬rinden bir müteşair fena hâlde acıkmış olacak ki, kaşığı çorbaya daldırmış, kaynar kaynar ağzına götürmüş. Bo¬ğazı cayır cayır yanmaya başlamış. Çorbaya seslenmiş:

“–Behey mübarek! Cehennemden mi çıktın?” Bu¬nun üzerine orada bulunan diğer bir şair, şöyle demiş:

“–Şiirlerinden bir beyit oku. Çorba buz kesilmez¬se, ne dersen yapacağım!”

Vay müteşairin başına gelenlere!..

PADİŞAHI GÜLDÜREN CÜCE

Abbasî halîfelerinden Harun Reşid’in huzuruna -bir gün- kısa boylu bir adam çıkar:

“–Efendimiz! Filân beni aldattı!” der. Harun Reşid, «Kısa boylular, fitne ve fesat olurlar.» sözünü hatırlaya¬rak, cüceyi tepeden tırnağa şöyle bir süzer. Kısa boylu adam, cin fikirli biri olduğundan halîfenin;

“–Sen böyle alçağın birisin. Nasıl oldu da aldan¬dın?” demek istediğini anlar ve şu cevabı verir:

“–Ey mü’minlerin emîri! Beni aldatan, benden daha alçaktı!”

Cücenin bu zekice cevabından hoşlanan Harun Reşid, kendini tutamayarak gülmeye başlar.

HAMALIN GAZABI

Adamın biri, birtakım kâse, tabak, çanak gibi şey¬leri bir sepetin içine doldurarak, bir hamalın sırtına yükler. Ücret yerine, üç hikmetli söz söyleyeceğini vaat eder. Zavallı hamal, bu adamı ilim-irfan sahibi bir kim¬se sanarak ve söyleyeceği sözlerden çok istifade edece¬ğini düşünerek teklifi kabul eder. Gidecekleri yerin üçte birine vardıkları zaman der ki:

“–Birinci hikmeti söyle!”

“–Eğer bir kimse sana; «Açlık, tokluktan hayırlı¬dır.» dese sakın inanma!”

“–Peki.”

Yolun yarısına gelince hamal yine konuşur:

“–İkincisini de söyle bakalım.”

“«–Yürümek, hayvana binmekten hayırlıdır.» der¬lerse sakın inanma!”

“–Peki.”

Adamın evinin kapısına vardıkları zaman hamal, üçüncü hikmeti sorar. Adam da şöyle der:

“–Eğer bir kimse sana; «Senden cahil bir hamal buldum.» derse sakın inanma!”

Bunun üzerine hamal, sepeti sırtından indirir, hız¬lıca yere atar ve şöyle konuşur:

“«–Şu sepetin içinde, bir tane sağlam bir şey kal¬dı.» derlerse sakın inanma!”

EŞEKLİK BU YA

Efendinin biri, bir dostunu ziyarete gider. Defa¬larca çaldığı hâlde, kimse kapıyı açmaz. Belli ki evde kimsecikler yoktur. Efendi, uzakça bir yerden geldiği için, bu duruma fena hâlde öfkelenir. Ayrılırken kapıya «eşek» kelimesini yazar.

Birkaç gün sonra, ev sahibiyle karşılaşınca, arala¬rında şu konuşma geçer:

“–Geçen gün sizi ziyarete gelmiştim. Yazık ki bu¬lamadım.”

“–Evet, öyle olmuş.”

“–Yahu, siz geldiğimi nereden biliyorsunuz?”

“–Kapıya isminizi yazarak, teşrif ettiğinizi haber vermişsiniz!”

Şu «eşek fıkrası» da bir önceki kadar insana tebes¬süm ettiriyor.

Efendinin biri, bir gün, bir ahbabına mektup yazar.

“–Al, bunu filân efendiye götür!” diyerek uşağına verir. Uşak bir süre sonra dönünce efendisi sorar:

“–Mektubu götürdün mü?”

“–Götürdüm.”

“–Verdin mi?”

“–İstedi ama vermedim.”

“–Niçin?”

“–Sen bana; «Götür!» dedin, «Ver!» demedin ki vereyim. Götürdüm, karşıdan gösterdim. Yine geri ge¬tirdim.

“–Hiç değilse, okutmadın mı?”

“–Hayır!”

Efendi, kahkahayla gülmeye başlar.

“–Sana hiçbir şey söylemedi mi?”

“–Söyledi. «Eşek!» dedi ama seni mi kastetti, beni mi, orasını anlayamadım!”

KİTAP VE CEVHER

Abbasîler zamanında yaşayan âlimlerden biri, yaz¬makta olduğu kitabı bitirince, taşıması için kölesine ve¬rir. Köle önde, bilgin arkada yola koyulurlar. Karşılarına çıkan nehirden geçerken kölenin ayağı kayar ve kitap suya düşer. Olay, kısa zamanda duyulur. Bir gün halîfe Mansur’un huzurunda kitabın battığına dair söz açılır. Orada bulun bir şair şu beyti okur:

“Kitap denize daldı. Her sakil (ağırlık ve sıkıntı ve¬ren şey) böyle dalar.”

Hem Mansur, hem de orada bulunanlar gülerler. Tam bu sırada bilgin şöyle der;

“Madenine rücû etti. Cevherler denizlerin dibinde bulunur!”

ZEYTİN VE YAĞI

Hocanın biri, namaz kıldırırken, Fâtiha’dan sonra, zamm-ı sûre olarak, «Ve’t-tîni ve’z-zeytûni» diye başla¬yan sûreyi okumaya başlamış, fakat arkasını getireme¬miş. Tekrar baştan almış, ama yine gerisini hatırlaya¬mamış. Üçüncü defa kendisini zorlamışsa da bu sefer de başarılı olamamış. Eksik okuyuşla secdeye gitmiş. Namaz kılınıp, cemaat dışarı çıkınca, saf ve temiz kalpli bir zat, imamın yanına yaklaşmış ve şöyle demiş:

“Hocam! Söyler misin, Allah aşkına! Bal gibi «Kulhü¬vallah» dururken sen ne diye acı zeytinle uğraşıyordun?”

Sakın buradaki «acı zeytin» sözüne bakıp da bu mübarek gıda maddesine hor bakmayın. Unutmayalım ki, yüce Allah zeytin üzerine yemin ediyor ve bunun in¬sanlar için ne kadar faydalı bir yiyecek olduğunu bildiri¬yor. Zeytin ve incir Tur Dağı’nda Hazret-i Musa’ya nazil olan vahyi ve Peygamberimiz’e inen vahyi remzediyor. Zeytinyağının ne kadar şifalı olduğu zaten biliniyor.

Eskiden mabetler zeytinyağı ile aydınlatılıyor, onun loş ışığı camilerimize uhrevî bir manzara veri-yordu. Camilerimizde elektrik kullanılmaya başlayınca Hamdullah Suphi TANRIÖVER üzülmüş, «Zeytinya¬ğının loş ışığı mabetlerimize daha çok yakışıyor, keşke elektriğe geçilmeseydi.» demişti.

DİLİN KEMİĞİ

Dilin kemiği olmadığı için kolayca sağa-sola bü¬külüyor. Olur olmaz zamanlarda açılan ağızlardan kem sözler dökülüyor, sağa-sola fesat tohumları ekiliyor. İnsanların çenesini kapatmak mümkün olmadığına göre yapılacak iş, söylenen her söze kulak asmamak, ona-buna küsmemek, eşle-dostla ilgiyi, alâkayı kes¬memektir. Unutmayalım ki, dünyada aleyhinde konu¬şulmayan, dedikodusu yapılmayan hemen hemen hiç kimse yoktur. Kethüdâzade Ârif Efendi’nin menâkıp-nâmesinde yer alan şu anekdot buna çarpıcı bir örnek teşkil ediyor:

Bir gün Hazreti Musa, Tûr Dağı’nda münâcât eder¬ken şöyle diyor:

“–Halkın dilini bir türlü kesemedim. Herkes ağzı¬na geleni söylüyor!”

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“–Yâ Musa! Sen merak etme. Onlar Ben’im hak¬kımda da konuşuyorlar. «Oğlu var, kızı var, ortağı var.» diyorlar.”

BETERİN BETERİ

Deniz yolculuklarında genellikle üst katları, tercih ediyorum. Bir gün Üsküdar’dan gemiye binerken, ya¬nımda bulunan arkadaşa:

“–Gözüm yukarılarda…” diyerek, ikinci kata çık¬mak istediğimi belirttim. Kadîm dostum, zarif bir cevap verdi:

“–Hayır hocam siz gözü yükseklerde olan bir adam değilsiniz. Sadece denizin o güzel manzarasını yukarı¬dan seyretmek istiyorsunuz.” dedi ve doğru söylemiş oldu.

Eski büyük zatlardan bazıları; «İlimde, irfanda kendinden yüksek olanları, malda, mülkte ise senden aşağıda bulunanları örnek al.» demişler, gerçekten de doğru söylemişler. Zaten insan, böyle hareket ederse ra¬hat eder, aksi takdirde huzuru kaçar. Aynı durum sağlık ve beden için de söz konusudur.

Hikmet ehli bir zat, karşılaştığı her sıkıntıya ta¬hammül ediyor, derdini kimseye açmıyor, mukadderata boyun eğiyor. Bu zat bir gün yalın ayak kalıyor. Ayakka¬bı alacak para bulamıyor. Canı fena hâlde sıkılıyor. Üz¬gün bir hâlde Kûfe şehrine gidiyor ve orada bir camiye giriyor. Orada iki ayağı da kesik bir adamla karşılaşıyor. İşte o zaman:

“Bir anda bütün sıkıntılarım geçti. Allâh’ın verdiği bütün nimetlere şükrettim ve bugünkü hâlime razı ol¬dum!” diyor.

Unutmayalım ki, beterin beteri vardır!