Kıymeti Bilinmeyen Nimet: Boş Vakit…

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

EN KIYMETLİ HAZİNE

İnsanoğlu, elinde bol olarak mevcut olduğunu zannettiği nice kıy¬metli hazine değerindeki nimetlerin çoğu kere farkında olmaz. Onu zi¬yan eder. Sert kayalara ve çöllere yağan yağmurlar gibi. Bu hazinelerin başında da hiç şüphesiz ki nefes nefes ömürleri eriten zaman gelmek¬tedir. Ne hikmettir ki, elden kaçınca bir daha geri gelmeyeceği hâlde insanlar zamanı müsrif bir şekilde kullanmaktadır. Tıpkı hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi:

“İki şey vardır ki onlar hakkında insanların çoğu aldanış içerisinde¬dir. Bunlar; sıhhat ve boş vakittir.” (Buhârî, Rikak 1)

Zaman öyle bir kıymettir ki onun değerine dikkat çekmek üzere Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde; “Zamana yemin olsun!” buyurmaktadır.

Nitekim her şeyi satın almak, değiştirmek, borç alıp, borç vermek mümkündür. Ancak zamanı satın almak, borç alıp vermek ise asla müm¬kün değildir. Çünkü zaman, herkes için muvakkattir.

Zaman, insana Allâh’ın lutfettiği en kıymetli bir imtihan saatidir. O saat, eldeyken fırsattır. Elden çıkınca ise, ancak nedâmettir. İnsan, bütün

yapacaklarını ancak o saatin içinde yapabilir. O saat kaçınca en mahir ustaların bile elleri tutulur artık. Gözler, sadece o saat içinde görür. O saat geçince, her yan kapkara kesilir. Kalpler, o saat içinde çalışır. O saat bitince elektriksiz bir makine gibi donup kalır. Vücutta bütün âzâlar do¬nar, insan sanki sadece etten bir kalıba döner. Dolayısıyla o saati vaktin¬de değerlendirebilenler, şairin dediği gibi Azrail’e hoş geldin der:

O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail’e «hoş geldin!» diyebilmekte hüner… [NFK]

Yine şairin dediği gibi:

Bil ki dünyâda hayat, sâdece bir sâattir,
Sor giden kullara, en faydalı iş, tâattir! [Seyrî]

Öyle ki;

KAZANÇ YÖNÜYLE DÜNYA ÂHİRETTEN HAYIRLI

Ömürlerini nefes nefes en güzel şekilde amel-i sâlihlerle bezeyen Hak dostlarından Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri der ki:

“Dünyanın bir günü, âhiretin bin senesinden daha hayırlıdır. Çünkü dünyanın bir gününde rızâ-yı ilâhîyi tahsil etmek imkânı vardır. Âhirette ise dünyadaki gibi amel-i sâlihler yapıp da kazanma imkânı yoktur. Ora¬da sadece hesap vardır.”

Rivayete göre İlyas -aleyhisselâm- Azrâil’le karşılaşınca ürperdi. Bunun üzerine Azrâil -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Sen bir peygambersin yâ İlyas, ölümden mi korktun?”

Hazret-i İlyas şöyle cevap verdi:

“–Hayır, ölümden ürkmedim. Fakat hayatımın bittiğine üzüldüm. Çünkü hayatımı ibadetle, tebliğle geçiriyordum. Kulluktan bir lezzet alı¬yordum. Fakat şimdi kabirde kıyâmete kadar rehin kalacağım. Onun için mahzun oldum.”

Görüldüğü gibi peygamberler başta olmak üzere bütün ehl-i irfan, ellerindeki zamanı bir kazanç mevsimi olarak kullanmışlar ve ömrü bu mânâda değerlendirmişlerdir. Nitekim erbâb-ı tasavvuf bu değerlendir¬meyi terimleştirmiş ve sofîyi târif ederken «ibnü’l-vakt» yani vaktin, za¬manın oğlu, daha açık ifadeyle zamanla bütünleşmiş, zamanın her ânını nasıl değerlendireceğini bilen ve vaktine sahip olan diyerek anlatmıştır.

Demek ki, ömrümüzden ne gitti, ne kaldı, bunu görmek gerek. Yani ömür takvimimizden dökülen yapraklara karşı âmâ kesilmemek gerek. İşte ömrümüzden;

BİR YIL DAHA GEÇTİ…

2007 bitti, 2008 başladı. Bir sene daha geride kaldı. Hayat defteri¬mizden bir sayfa daha eksildi. “Bir yel esip geçmiş gibi” aylar, haftalar ve günler, maziye karıştı gitti. Acaba bize o geçen günler ne kazandırdı?

Bunun muhasebesini güzel¬ce yapmamız lâzım. Şimdi geçen günleri, elimizde henüz fırsat an¬ları varken mahşer terazisiyle tart¬malıyız. Tartmalıyız ki, ziyanımız varsa kazanca dönüştürmek için gayret sarf edelim. Büyükler sık sık tekrar etmişler:

“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz!”

Hazret-i Ömer’in ifadesiyle:

“Hesaba çekilmeden önce ken¬dinizi hesaba çekin. Büyük duruş¬ma için hazırlık yapın. Âhiretteki hesap, ancak dünyada nefsini he¬saba çekmiş olanlar için hafif ve kolay olacaktır.”

Acaba geçirdiğimiz bir seneyi kirâmen kâtibîn ne ile doldurdu? Acaba güzel amellerimiz kabul oldu mu? Acaba imkânımız oldu¬ğu hâlde ne gibi mânevî fırsatlar kaçırdık? İhlâsımız ne durumda? Kalbimiz takvâ azığı ile gıdalanı¬yor mu? Takvâ sahibi olmak için gayret gösteriyor muyuz? Takvâ ile ilgili ölçümüz ne?

Takvâya, Meymûn İbn-i Mihrân ne güzel temas etmiş:

“Kul; «Yediğini ve giydiğini nereden karşılıyor?» diye ortağını gözetleyip durduğu gibi, kendi öz nefsini denetlemedikçe asla takvâ sahibi olamaz.”

Takvâ nedir?

Takvâ, nefsânî arzuları kö¬reltmek, fıtrattaki rûhânî istidatla¬rı inkişaf ettirmek; yani fücurdan (Allah’tan uzaklaştırıcı her türlü fiilden) uzak durabilmek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırıcı her türlü güzel amele yakın olabilmektir. Dîni; bir vecd, heyecan ve muhabbet ile yaşayabilmektir.

Ehemmiyetine binâen Kur’ân-ı Kerim’de «takvâ» kelimesi muhtelif kalıplarda yaklaşık 258 defa tekrar¬lanmaktadır.

Bütün ârifler, bu hususta has¬sastırlar. Gazâlî Hazretleri, takvâlı bir tefekküre davet ederek der ki:

BUGÜN ÖLDÜĞÜNÜ FARZET!

“Oğlum, bugün öldüğünü farzet! Ne kadar «eyvah, vah vah!» diyerek pişman olacaksın! Bir kab-ristana gittiğimiz zaman kendi ya¬şımızda çok mezar taşı buluruz. O bakımdan bundan sonraki ömrü¬nü Allâh’ın verdiği bir nimet olarak bilip, ona göre değerlendir!

Ey oğul! Hadîs-i şerifte de buyurulduğu gibi; istediğin kadar yaşa, nasıl olsa bir gün öleceksin! Dilediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın! İstediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin!..

Ey oğul! Maksadın, rûhunu olgunlaştırmaya, nefsine hâkim ol¬maya, bedenini de ölüme hazırla¬maya gayret etmek olmalıdır. Çün¬kü son durağın kabir olacaktır. Ka¬birdekiler, «Ne zaman geleceksin?» diye beklemektedirler. Sakın oraya azıksız gideyim deme!”

Bu şekilde tefekkür, insanın normal hayat akışında göreme¬diği pek çok gerçekleri görmesini sağlar.

Düşünür ki;

NEREDE, EN ÇOK NE VAR?

Bir gün Behlül Dânâ, Abbâsî halîfelerinden Harun Reşid’e sordu:

“–Ey halîfe, sana üç suâlim var: 1. Yer üstünde en fazla olan, 2. Yeraltında en fazla olan, 3. Gök-yüzünde en fazla olan nedir?”

“–Hayır ey halîfe, sen işin zâhirî tarafını söyledin. Hakikati¬ni söylemedin. Gerçek şu ki: Yer¬yüzünde en çok mevcut olan şey; tamahlardır, hırslardır, ihtiras¬lardır, kıskançlıklardır ve bitmek-tükenmek bilmeyen nefsânî arzu¬lardır. Yeraltında en çok mevcut olan şey de «eyvah, vah vah» ile «keşke»lerdir. Gökyüzünde en çok mevcut olan ise Cenâb-ı Hakk’a çı¬kan sâlih amellerdir.”

Bu bakış açısıyla bizden ay¬rılan seneleri, hattâ her nefesi te¬fekkür etmeliyiz. Boşuna harca¬nan her zamana «eyvah, vah vah» demeliyiz. Bu nedâmeti, toprak altına girmeden önce gösterme¬liyiz. Yaşadığımız müddetçe bu tefekkürden gāfil kalmamalıyız. Düşünmeliyiz; Allah şu anda ca¬nımızı alsa ne kadar «eyvah, vah vah» derdik?

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayı¬nız!” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Acaba yeryüzünde bize günün birinde «eyvah, vah vah» dedirte¬cek ne kadar tamahların, ihtirasla¬rın, hasetlerin ve vaktimizi nefsânî arzularla ziyan eden temayüllerin peşinde zebun olmaktayız?

Düşünüyor muyuz niçin;

VAKİTLE İLGİLİ İLÂHÎ YEMİN VAR

Cenâb-ı Hak;

“Fecre (sabah aydınlığına) yemin olsun!” (Fecr, 1) buyuruyor.

O, her sabah, bizlere takvim¬den bir yeni yaprak açıyor. Her gün bizleri tefekküre davet ediyor.

Bu davete karşılık biz, bugünü¬müzü nasıl dolduracağız? Ne kadar Allah rızâsını arayacağız? Kendimi¬ze ne kadar, kendimizin dışındaki¬lere ne kadar infakta bulunacağız?

Güneşin batması, akşamın olması sanki bir ömrün bitişi, bir geceye giriş. Her an bir muhasebe hâlinde olmamız zarurî. Günü¬müzü nasıl tamamladık? Yine gece oldu, yine arkadan sabah geliyor. Cenâb-ı Hak, sanki yine bir «ba‘sü ba‘de’l-mevt» tekrar kıyâmet günü kalkış sahnesini gözlerimizin önüne koyuyor. Bizleri yine bir muhasebeye çağırıyor.

Düşünelim:

“Hangi gündüz ki onun âhiri akşam olmaz.” hikmetiyle gecelere karışıyoruz. Bütün gece-gündüz değişmelerinin en mühim gayesi, umumî bir kanun olan;“Hayat iki gün bir geceden ibarettir.” hakikati¬ni tatbikî bir şekilde öğretmektir.

Umumî görüşe nazaran ha¬yat, dünya günüyle âhiret günü arasındaki ölüm gecesinden iba¬rettir. Yani dünya, fânî bir gün; ölüm, muvakkat bir gece; âhiret de, ebedî bir hakikat sabahıdır. Bu umumî hayat fikrini temrinleş¬tirmek için kâinatın Hâlık’ı gün¬leri, geceleri, sabahları ömrümüz müddetince değiştiriyor. Gafil insanlara hakikati bildiriyor. Her

gece gizli bir ölüm tehlikesi getirirken insanlar, ak¬şamlara ne tatlı dalıyorlar. Gecelerin esrarına kendi¬lerini neşeyle bırakıyorlar.

Eğer ölümden korkmak ve kaçmak îcap etseydi, akşamlar yaklaşırken korkularla titrememiz lâzımdı. Hâlbuki böyle bir korku geçirmiyoruz. Çünkü saba¬ha kavuşmak bir hilkat kanunu. O hâlde ölümün de koynundan bir hakikat fecrinin sökeceğini, yüksek bir maîşet sabahının belireceğini düşünmemiz ve ona yaklaşırken tatlı bir sabah vaat eden gecelere ka¬rışır gibi neşelerle akıp gitmemiz gerekmez mi?

Tabiî bunu gerçekleştirebilmek, tefekkür derin¬liği içerisinde ömrü bütünüyle değerlendirebilmek¬ten geçer. İşte o zaman, içinde yaşadığımız zamanla¬rın her safhası;

BİR TECELLÎ UMMANI

Cenâb-ı Hak, bizi; hâdiselerle, vukuatlarla, zerre¬den küreye her şeyle îkaz ve irşat ediyor. Bütün kâinat, her vâkıa, her hâdise insanı bir irşat durumunda. Her şeyin bir zâhirî sebebi var. Her sebebin altında bir de bâtınî sebebi var. Ârifler daima bâtınî sebebi düşünür¬ler. Bu hassasiyete güzel bir misal vardır:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, kendisine bir hafta boyunca misafir gelmeyince oturup ağlamaya başlar. Ona;

“–Niye ağlıyorsun?” diye sorulunca da şu ceva¬bı verir:

“–Benim acaba ne gibi bir mâsiyetim, günahım oldu ki, Allah Teâlâ bana misafir göndermedi.”

Bu muhasebe, bizim için de zarurîdir. Çünkü;

Her hâdisenin altında kulluğumuzun yoklama¬sını yapmak mecburiyetindeyiz. Bakın; dünyada sü-rurlu günler de oluyor, mahzun günler de yaşanıyor ve hayat bir med ve cezir hâlinde devam ediyor.

Dolayısıyla bir tecellî ummânı hâlinde yaşadı¬ğımız her hâdisede kalbimizi inkişaf ettirerek işin hikmet tarafına intikal edebilmemiz lâzım.

Çünkü;

AKLIN BİTTİĞİ YERDE HİKMET BAŞLAR

Hikmet, kalbin okumasıdır.

Çünkü bilmek, zihnin bilmesi değil, kalbin bir muammayı çözmesidir. Bu muammayı çözmek de, hikmetle mümkün.

Hikmet ki, akla aczi kavratmaktır. Zira akıl¬la kavranamayan sırlar, hikmetle çözülür. Kâinatı okuyabilmek de hikmete bağlıdır. Hikmet olma¬sa sırlar kapalı kalır. Musa -aleyhisselâm- ve Hızır -aleyhisselâm-’ın misalinde olduğu gibi. Gönüller sırra nâil olunca akıl devreden çıkar. Dolayısıyla in¬san her zaman âcizdir ve her meselede hikmete ih¬tiyacı vardır.

Bunun içindir ki peygamberlerin bir vazifesi de insanın iç âlemini tezkiye ettikten sonra, onu, kal-biyle Kur’ân’ın derinliğini ve kâinattaki bütün hik¬metleri okuyabilecek hâle getirmek olmuştur.

Çünkü;
Cenâb-ı Hakk’ın esmâsı, insanda tecellî hâlindedir. Halketme/yaratma ve bekâ sıfatı hâriç. Şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerim de, insanın şerhidir. Bu itibarla Mü’min de devam eder, kâfir de. Namaz kılan da devam eder, namaz kılmayan da. Kur’ân-ı Kerîm’in şerhi de kâinattır. Nitekim kıyâmet gelip de insan bittiği zaman Kur’ân-ı Kerîm’in sayfaları silinecek ve kâinat da infilâk edecek. Yeni baştan bir nizam kurulacak.
Hâsılı birbirine bağlı, birbirini en güzel şekilde şerh eden üç âlem; insan, Kur’ân ve kâinattır.
Dolayısıyla Kur’ân’ın derinliklerine tam mânâsıyla varabilenler, hem kendilerinin hem de kâinatın derinliklerine de vâkıf olurlar. O zaman hikmetler çözülmeye başlar.
Hayatının safhalarını bu gerçeğe göre tasnif eden Mevlânâ Hazretleri; Selçuklu Medresesi’nde dersiâm iken aklıyla okuduğu devreyi «Hamdım» sözüyle dile getiriyor. Kalbin okumaya başladığı,
yani hikmetleri çözmeye başladığı devreye de «Yan¬dım ve Piştim» diyor.

Unutmamalı ki;

Dünyevî olarak bir insan, Yusuf -aleyhisselâm- kadar güzel de olsa, fakat mâsivâ içinde, fısk için-deyse zarar-ziyandadır. Süleyman -aleyhisselâm- kadar zengin, saltanat ve varlık sahibi olsa, eğer mâsiyet içindeyse, fısk u fücur içindeyse yine zarar-ziyandadır. Öyleyse;

KURTULUŞA KİMLER ERECEK?

Cenâb-ı Hak, Asr Sûresi’nde tam dört teyitle ve tekitle:

“Zamana yemin olsun ki, insanlar elbette bir hüsran/ziyan içindedirler!” buyuruyor.

Ardından bu ziyandan kurtulabilen bahtiyar zümrenin tarifi geliyor:

“Ancak şunlar müstesna: Îman edip amel-i sâlih işleyenler (ibadette dâim olanlar, her zaman makbûl ve güzel işler yapanlar), bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler…”

Demek ki ebedî hüsrandan kurtuluşun yolu;

1. Îmanın kalpte mekân bulması,

2. Onun amel-i sâlih ile tezyin edilmesi,

3. Hakkı yaşayarak tavsiye,

4. Son olarak da sabrı yaşayarak tavsiyedir.

Yani her şeyden önce hak olan yaşanacak. En mühim hak da, Allâh’a karşı olan, bizim Allâh’a karşı olan kulluk borcumuzu îfâ edebilmemizdir.

Bu hususta yegâne örneğimiz, Peygamber Efendimiz’dir.

Eğer O’na muhabbette gönlümüz kıvam bulur¬sa, O’na tâbî olmakta muvaffak oluruz. Böylece öm-rümüz; hem Allâh’a hem Rasûlullâh’a hem de bütün mahlûkata karşı hakkaniyet içerisinde geçer.

Sabra gelince…

Sabır, çileler dünyasında en zarurî gıdamızdır. Ayaklarımızın sebat etmesi, sırât-ı müstakim¬den kaymaması için sabır gıdası¬na her zaman ihtiyacımız vardır.

Gerçek sabır da, şu imti¬han dünyasında değişen vâkıalar karşısında dengeyi bozmamak, onun bize bir hayır getireceğine suhûletle inanıp Allâh’a teslim olabilmektir. Cüneyd-i Bağdadî buyurur:

“Sabır, yüzünü ekşitmeden acıyı içmektir. Hem de yudum yudum ve içine sindire sindire.”

Çünkü Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:

“Sabır ve namazla Allâh’a ilticâ edin.” (Bakara, 45, 153) buyur¬maktadır.

Cenâb-ı Hak, cümlemize ömrü bu kurtuluş reçeteleri et¬rafında değerlendirmeyi nasip eylesin! Boş şeyleri terk ede¬rek vakti en değerli olan amel-i sâlihler ile yaşamaya muvaffak kılsın! Dünyanın fânî nefesleri¬ni, âhiretin ebedî hazinelerine dönüştürsün!
Âmîn!..