«Biz Su Kuşlarıyız!»

Ali Rıza BUL

Hasret; kavuşamayan dertli gönülle¬rin yangını, gemisini arayan deniz fenerinin ışıltısı…

Yolcuyuz dünyada. Her yolcunun dönüp varacağı bir sıla ve o sılaya duy¬duğu sonsuz hasret var. Gurbet diya¬rında her şey sılaya eli dolu dönmeye kurulu. O hasret bizim kılavuzumuz.

Özlemek tabiatımızda var. Belki adını koyamıyoruz ama aslında tâ elest bezmini özlüyoruz. Hakk’ın huzurun¬da olmayı özlüyoruz. Babamız Âdem’in şahsında bulunduğumuz cenneti özlü¬yoruz. Çünkü arza indirildik, gurbete yollandık.

Kimi insan gurbete niçin geldiği¬ni unutur. Okuyup ailesine, milletine yararlı bir adam olmaya yahut ihtiyaç duyduğu parayı biriktirmeye geldiğini yani gerçek hasretini unutup, yâd el¬lerde oradan oraya savrulur. Hâlbuki sıla hasretini gönlünden hiç çıkarma¬dan, gurbette hiç zaman kaybetmeden yapması gerekenleri yapmalı, gurbette eli boş dolaşmadan, sılasına eli dolu dönmelidir.

Belki dünya hayatının gurbetle¬rinde sılaya hiç dönmemek, kendine sı¬layı, sılaya kendini unutturmak müm¬kündür. Fakat âhiret sılası biz unutsak da dönüp varacağımız yerdir. Dünya gurbeti er-geç bitecek, her yolcu sessiz gemiye binip dönenin olmadığı sefere koyulacaktır.

O hâlde sılayı akıldan çıkarmak hiç akıl kârı değil. Sılayı özlemeliyiz. Gerçek sılayı özlememek, şeytana ve günaha hasret duymak cehennemi öz¬lemek demektir.

Hakikî vatana duyulan hasret

insanı dünyada gayretten kopar¬maz, aksine gurbet diyarında daha çok gayrete sevk eder. İşte karın¬caya; «Gidemesem bile bu yolda ölürüm!» dedirip, onu dostunun yollarına düşüren bu hasrettir. Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi 90 yaşında İstan¬bul surlarına getiren, Fatih’e; «Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni!» dediren yine bu hasrettir. Ecdadımı¬zı dilinde Mesnevî, çıkınında bulgur aşı Viyana kapılarına dayandıran bu hasrettir.

Ne zaman ki hasretimizi şaştık, garp ufkunda gözümüzü kamaştıran sahte parıltılar bize gerçek sılamızı unutturdu, o demden beri gurbet elde şaşkın dolaşan zavallılara döndük.

“Yayılıp otlayan kuzu gibi, hal¬kın canı da hem yer hem de kendisini yerler. Kuzu otlayıp yayıldıkça, ka¬sap yani cehennem; «O bizim için ot¬layıp semiriyor.» diye sevinir. Sen de yiyip içmede, cehennem gibi oburluk ediyorsun, ama farkında olmadan kendini cehennem için semirtmekte¬sin. Asıl kendi işini, vazifeni düşün! Sen dünyaya sadece mezardaki kurt¬lara yem olacak bedenini beslemek için gelmedin. Bir gün de hikmet ça¬yırında, fazilet otlağında otla da, o aydın ve güçlü gönül sevinsin, gelişip güzelleşsin.”

Hazret-i Mevlânâ çok güzel bir benzetme ile dünyada insanın hâlini, tavuk kümesinde yetişen bir kaza benzetir ve ona şöyle seslenir:

“Seni kümesteki tavuk, kanadı¬nın altında yetiştirdi. Sana dadı gibi o baktı. Ama sen kaz yavrususun. Senin anan hakikat deryasının kazı idi. Fakat sana bakan, seni büyü¬ten dadın, bu toprağa mensuptu, bu toprağın kulu idi ve bu kuru toprağa tapardı.

Senin gönlünde denize karşı duyduğun özlem, canındaki o huy, o deniz sevgisi sana anandan gel-miştir. Gönlünde kuruluğa, şu kuru toprağa, dünyaya olan istek de seni büyüten dadından geliyor. Dadıyı bırak; çünkü onun niyeti kötüdür. Sen dadıyı şu kuru toprakta bırak da yürü, kazlar gibi mânâ denizine dal! Eğer senin tabiatının anası seni su¬dan korkutursa, sen korkma; denize doğru koş! Sen kaz gibi, hem karada hem de denizde yaşayabilirsin. Sen kokmuş kümesli tavuk değilsin!”

“İnsan denilen şu varlık, toprak¬tan yaratılmış bedeni ile yeryüzüne düşmüş, yeryüzünde dolaşır durur. Hâlbuki rûhu ile güzelim gökyüzün¬de dolaşmada.

Ey oğul! Biz hepimiz su kuşları¬yız; bizim dilimizi tam olarak ancak deniz bilir.”

Evet, gerçek mahiyetimizden, esas yurdumuzdan habersizlik ne kötü! Toprağa, dünyaya saplanmak ne acı!

İşte gençliğin hâli: Şarkıcıla¬rı, futbolcuları bilen nice gencimiz Peygamber’inin ismini bilmiyor. Bir şarkıcı, futbolcu; imza günü yap¬tığında herkes birbiriyle yarışıyor. Saatlerini hattâ günlerini ona harcı-yor. Onların afişlerini duvara asıyor, onları dinliyor, onlar için gerekirse kavga ediyor. Yani onlara hasret ka¬lıyor. Kendini umursamayan sadece sömürenlere hasret duymak, di¬ğer yanda Hâlık’ına, Ebedî Rahmet Rehberi’nden habersiz olmak, o çağrıya duyarsız kalmak ne acı!

Milletin geleceği demek olan gençlik adına endişe etmek için pek çok sebep var. Fakat ümitsizliğe asla yer yok!

Çünkü bugün de doğru şahsi¬yetlere, doğru adreslere, doğru isti¬kametlere hasret kalan, hürmetini Mevlâ’ya ve O’nun sevdiklerine, nef¬retini günaha gösteren gençler var. Bugün bu gençleri yetiştirmeyi ken¬dine dâvâ edinen eğitimcilerimiz de var. Bugün çocuğunun doğru yola girmesini isteyen anne-babalar da var. Bugün muhteşem ecdadının hasretini hatırlatmayı kendine dert edinmiş gönüllüler de var.

Bu ülke bizim, bu millet bizim. Onların dünya ve âhiretini yangın¬lardan kurtarmak… Bu hasret bi-zim. Bugün hepimizin kanında bir şeylerin kıpırdaması gerek. İnsan gurbette şaşkın kalmış, sılasından uzak düşmüş gariplere acımaz mı? El uzatmaz mı? İnsanın bunları kendine dert edinmesi, yüreğinin kanaması gerek. Bunları yaşamayan insanlar için Necip Fazıl’ın şu güzel sözü ne kadar yerindedir:

«Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur.»

Gerçek değerinden, hakikî va¬tanından, rûhundan, yolunun isti¬kametinden habersiz, yanlış hasret-lerdeki insan da bu hâliyle basit bir hayvan olmaya râzı demektir.

Gerçek insanlığın yolu, doğ¬ru hasretlerden, doğru hasretler için dolu dolu gayretlerden geçiyor. Hakikî vatanımıza iki büklüm rezil bir perişanlıkla değil, elleri-kolları gurbette edinilmiş kazanç ve lütuf-larla dönmek niyazıyla…