Vezirlik Kocamışlara Kaldı!

Handenur YÜKSEL

Tiryaki Hasan Paşa 1530’da doğdu. Enderun’da yetiştikten sonra Zvornik Sancakbeyliğine gönderilen paşa, bu görevi sırasında birçok kale fethetti. Daha sonra beylerbeyi rütbesiyle Zigetvar’a, 1594’te ise Bosna Beylerbeyliği’ne tayin edildi. 1600 yılında Kanije Kalesi fethedilip beylerbeylik hâline getirilince idaresi Hasan Paşa’ya verildi. 1601’de Avusturya Arşidükü, 50 bin kişilik bir ordu ile Kanije’yi kuşattığında, kalede sadece beş bin asker bulunuyordu. Düşmanın şiddetli hücumları, Hasan Paşa’nın ustaca tedbirleriyle önlendi, haçlılar kale önünde 18 bin ölü verdiler. Paşa, düşmanın mâneviyatının bozulduğu bir sırada, üç bin kişilik bir kuvvetle hücum ederek, ordugâhlarını alt-üst etti. Sultan III. Mehmed, Avusturya’nın bozgunuyla neticelenen bu zafer üzerine, paşaya vezirlik rütbesi verdi. Hasan Paşa 1611’de, Budin Beylerbeyliği sırasında (rivayete göre Aralık ayında) vefat etti. ***

Sultan III. Mehmed, Kanije’de gösterdiği emsalsiz kahramanlık üzerine Tiryaki Hasan Paşa’ya vezirlik verip, hediyeler gönderdi. Nâmeyi Hümâyun’unda onu şu sözlerle övdü:

“–Sen ki Kanije Beylerbeyi, ihtiyar kulum ve tedbirli vezirim Hasan Paşa’sın! Gösterdiğin kahramanlık her zaman şükranla anılacaktır, berhüdâr olasın. Sana vezirlik ihsan eyledim. Seninle kuşatma altında kalan asker kullarım ki, mânen oğullarımdır, yüzleri ak ola. Cümlenizi Hak Teâlâ’ya emanet ediyorum!”

Tiryaki Hasan Paşa, fermanı dinlerken hüngür hüngür ağlamaya başladı. Maiyetindeki Fâizî Çelebi: “–Ne oldu paşam, neden ağlarsınız?” diye sordu. Hasan Paşa şöyle cevap verdi:

“–Daha ne olacak? Kanije’de ettiğimiz küçük bir hizmete karşılık, bizlere vezirlik ve nâme göndermişler. İslâm halîfesinin nâmesi, Kanije müdafaası gibi küçük hizmetlere mükâfat olmaya başladı. Devletin vezirliği benim gibi kocamış ihtiyarlara kaldı. Buna yanmayayım da neye yanayım!”

HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM!

Büyük mutasavvıf Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî 30 Eylül 1207’de Belh’te doğdu. Moğol İstilâsı üzerine ailesiyle birlikte Anadolu’ya geldi. Önce Karaman’a sonra da Konya’ya yerleşti. Sultânu’l-Ulemâ lâkabıyla tanınan babası Bahâeddin Veled’in vefatı üzerine, vaaz ve irşatlarına başlayan Mevlânâ, halîfesi Hüsameddin Çelebi’nin teşvikiyle, 25.700 beyitlik ünlü Mesnevî’sini yazdı. Hayatını; «Hamdım, piştim, yandım! » sözleri ile özetleyen Mevlânâ 17 Aralık 1273’te Konya’da Hakk’a yürüdü. O, öldüğü zaman sevdiğine yani Allâh’ına kavuşacaktı. Onun için ölüm gününe, «düğün gecesi» veya «gelin gecesi» mânâsına gelen «Şeb-i Arûs» diyordu.

ALIN TERİNİN ZEVKİ BAŞKA

Sultan I. Mahmud 1696’da doğdu. 1730’da tahta geçtikten sonra yaptığı ilk iş darbeci liderlerden Patrona Halil ve çetesini ortadan kaldırmak oldu. Saltanatı döneminde, 1739’da Almanya ile Belgrat Anlaşması yapıldı. İran kesin yenilgiye uğratılarak, İstanbul Anlaşması imzalandı. Sultan I. Mahmud, şair ve bestekârdı. Hükümdarlığı 24 yıl sürdü, 13 Aralık 1754’te 58 yaşında iken vefat etti. Naaşı, Yeni Cami’nin arkasındaki Valide Turhan Sultan Türbesi’ne defnedildi. ***

Sultan I. Mahmud kuyumcu ustasıydı. Dinlenmek için devlet işlerine ara verdiği zamanlarda kuyumculuk sanatını icra eder, eserlerini sattırarak, elde ettiği birkaç kuruş kâr ile küçük ihtiyaçlarını temin eder, bundan memnuniyet duyardı. Bir gün vezirlerinden biri kendisini bir mücevherin taşını yerleştirmeye çalışırken görünce şöyle dedi:

“–Sultanım, devletin hazinesi sizin demektir; kendinize niçin zahmet verirsiniz?”

Gayretli hükümdar şöyle karşılık verdi.

“–Milletin hazinesi, millet yolunda harcanmalıdır. Aslında insan olana tembellik değil, çalışmak yakışır. Alın teri dökerek kazanılanın zevki başkadır. İçinde alın teri ve göz nûru bulunan kazanç helâl olur!”

BANA YAZIK OLURDU!

Millî şairimiz Mehmed Âkif ERSOY, 1873’te İstanbul Fatih’te doğdu. 1893’te Baytar Mektebini birincilikle bitirdikten sonra bir müddet Halkalı Ziraat Mektebinde öğretmenlik yaptı. 1908’de Dârülfünûn Edebiyât-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. II. Meşrutiyet’in ilânıyla birlikte «Sırât-ı Müstakim» ve «Sebîlürreşad» dergilerinde şiir ve yazılar yazdı. İstiklâl Marşımız olan şiiri, 12 Mart 1921’de «Birinci Meclis»te alkışlarla kabul edildi. 1923’ten sonra yönetimle anlaşmazlığa düşerek, Mısır’da yaşamaya karar verdi. Câmiü’l- Mısriyye’de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Orada siroz hastalığına yakalandı; yurdunda ölmek isteğiyle ülkesine döndü. 27 Aralık 1936’da İstanbul’da vefat etti. 1911’de yayımladığı «Safahat», müstakil bir edebî şahsiyetin mahsûlüdür. ***

İstiklâl Marşı şairimiz Mehmed Âkif; Koca Yusuf, Kara Ahmet, Adalı Halil, Hergeleci, Çolak Mü’min, Kıyıcı Osman gibi, gençliğinin bütün güzide pehlivanlarını çok yakından tanıyor, dünyaca tanınmış meşhur pehlivanlarımızın bütün güreşlerini takip ediyordu. Pehlivanlarımızın bir kısmı ile samimî arkadaşlığı bulunan Ersoy’un kendisi de usta bir pehlivandı.

Bir sohbeti sırasında oğlu Emin’e şöyle dedi:

“Benim belden aşağım ve yukarılarım yani bacaklarım ve kollarım; omuzlarım ve boynum gibi kuvvetli olsalardı, bana çok yazık olurdu. Çünkü o zaman ben, başa güreşebilecek ve muvaffak olabilecek bir pehlivan olarak yetişirdim.”

ADIMI BİR DAHA YAZ!

Güçlü bir şair, iyi bir edebiyatçı, titiz bir münekkit ve dinamik ruhlu bir entelektüel olan Orhan Şâik GÖKYAY 16 Temmuz 1902’de İnebolu’da doğdu. Ülkemizin pek çok şehrinin lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1939’da Devlet Konservatuvarı’na müdür tayin edilen Gökyay, 1959’da Londra Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi oldu. Sonradan ülkesine dönerek yeniden öğretmenliğe başlayan ünlü edebiyatçı 1967’de emekli oldu. 1995 Aralık’ının son günlerinde 93 yaşında iken vefat etti. ***

Meşhur şair Orhan Şâik, TV’ye çıkarılacaktı. Programın yapımcısı edîbimize:

“–Efendim, ekranda isminizin önüne unvan olarak ne yazalım? Şair mi, araştırmacı mı, yazar mı?” diye sorunca hoca tebessüm etti:

“–Evlâdım adımı bir daha yaz!”

Hocanın, hiçbir unvana ihtiyacı yoktu.