Tecellî Sırrı…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

tali@yuzaki.com

İslâmiyet’te, onun rakik boyutu olan tasavvufta ve bu iki harç ile yoğrulmuş olan edebiyatımızda Hakk’ın mâsivâ ile alâkasını ifade için çok elverişli bir kavram kullanılır:

Tecellî…

Tecellî; zuhur etmek, ortaya çıkmak, hafî (gizli) iken, celî (açık) hâle gelmek temel mânâlarına gelir.

Allah Teâlâ hem Zâhir’dir hem Bâtın. Nur Sûresi’ne ismini veren âyet-i kerîmede Allah Teâlâ kendini arz ve semavatın nûru olarak vasfeder. Allah kâinatın var edicisi olduğu gibi, onun insan gözünde görünmesini de sağlayandır. Bu sebeple «gören göz» her zerrede Hakk’ı görür:

Her kancaru baktım ise hep görünendir cümle Hak.
(Yunus Emre)

Âlem, Hakk’ın bir kere yaratıp kurulu bir saat gibi bıraktığı bir daha karışmadığı bir mekanizma da değildir. Allah her an bir tecellî hâlindedir:

Mâsivâ bir şey midir? Boş durmuyor Hâlık bile:
Bak tecellî eyliyor bin şe’n-i gûnâgûn ile.
(Mehmed Âkif)

Ancak tecellîler derece derecedir ve her nereye bakılsa görülen, âlemi oluşturan/ayakta tutan tecellîler, sadece birinci mertebedir. Vahdet-i vücud, vahdet-i şühud anlayışlarında her zerrede Hak’tan gayrısını görmemek, her şeyi gölge varlık görmek varken, batıda gelişen Panteizm telâkkisinde varlığı yegâne tanrı olarak kabul etme vardır. Onlar tecellînin bir derecesinde kalma vartasına düşmüşlerdir.

Âlemde tek yaratıcı, tek hâkim Allah’tır. O hâlde kötülük nasıl var olur? Allah imtihan gereği dalâlete sevk edecek şeytan gibi varlıkları da var eder. Adaletin, cezanın hattâ affın tecellîsi için zulüm, suç ve günah zuhur etmelidir. Cenâb-ı Hak ceza ve uyarıyı hak edenlerin başına zâlimleri musallat eder. Bu gibi tecellîlere kahır/celâl tecellîleri denir. Bu inceliği anlamayanlar âlemde bir çekişme, bir ikilik var zannederler. Nitekim Mecûsîlik gibi bazı inançlar âlemde çekişen bir iyilik bir de kötülük tanrısı vehmediyordu.

Hâlbuki mü’min, âlemde her şeyi «merkezinde» görür, «Hak şerleri hayreyler, zannetme ki gayreyler» diyerek, kahır ve celâl tecellîlerini yârin cilveleri kabul edip, bu cefa imtihanlarından muvaffak çıkmaya bakar:

Yâr işve yapar cilve yapar belli ki Seyrî,
Yârın sana rahmet olacak zahmet-i dünyâ…

Hak birbirine zıt isimlere sahiptir. Bu zıtlıkları cem‘ eden vahdetin sahibidir. Bu sebeple âlemde, hoş gelen bazı şeylerde şer, kötü görünen bazı şeylerde hayır olabilir. Zorlukta kolaylık, kolaylıkta zahmet; şehâdet ve kısas gibi zâhiren ölüm ifade eden şeylerde hayat; zekâtı verilen malda eksilmeme, faize verilmiş malda çoğalmama olduğu bildirilmiştir. Tecellî sırrı insana ibretlik, derûnî bir bakışı kazandırır:

Zorluğun bağrı kolaylıkla dolu,
Bu tecellî için Allah sözü var!
(Seyrî)

Etimoloji/iştikak/menşe ilmi açısından bakıldığında tecellînin; Türkçemizde «yüz görümü» dediğimiz, gelinin damada yüzünü açması hâdisesine dayandığı görülür. Nitekim aynı kökten gelen «cilve» de güzelin yüzünü göstermesi, nazlanması, beklenenin aksine davranması mânâlarını ihtiva eder.

Âşık, mâşûkunu görmek ister, fakat mâşûk itaatkâr bir âşık ister ve onu imtihan eder. Naz eder, beklenmedik cefalar gösterebilir.

İnanma (îman), kulluk etme (ibadet) ve tanıma (mârifet) imtihanındaki insana Hak, imtihan icabı zâtını göstermez. Bir azamet hicabı arkasındadır. Sûfî gözünde O zaten zuhurunun şiddetinde gaiptir. İsrâiloğulları; «Açıkça görmedikçe inanmayız.» deyince gazab-ı ilâhî tecellî etmiş, bu küstah talepte bulunanlar yıldırım ile cezalandırılmıştır.

Tecellî denildiğinde ilk akla gelen Peygamber, Hazret-i Musa’dır. O Tûr Dağı’nda Hakk’ın kelîmi olduğu demde, cûş u hurûşa kapılıp, Hakk’ı görmeyi arzu etmişti:

“Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster (erinî), Sen’i göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen, Ben’i asla göremezsin (len terânî), fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de Ben’i göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: «Sen’i noksan sıfatlardan tenzih ederim, Sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.»” (A’râf, 7/143)

Hakk’ın zâtının tecellîsi, O’nu zâtî cemâliyle görebilmek cennet ehline va’dedilmiştir. Bu dünyada; «Gözler, basîretler O’nu idrak edemez.»

Edebiyatımızda bu fevkalâde hâdise mühim bir mazmundur. Mevlânâ, Tûr’u Hakk’ın tecellîsi ile kendinden geçmiş sema‘ eder olarak tasvir eder. Şeyh Gālib gönlü cisim Tûr’una inmiş, tecellî mumunun bir alevi olarak tarif eder:

Tûr-ı cisme şu’le-i şem‘-i tecellâdır gönül

Zâtî ise hâdiselere işârî mânâlar vererek şöyle der:

Eğer fir’avn-ı nefsi Nîl-i kahra gark eylersen,
Tecellâ-yı cemâl-i Hakk’ı Mûsî-veş temennâ kıl

Yani Hazret-i Musa gibi Hakk’ın cemâlinin tecellîsini temenni edebilmek için önce, O’nun gibi firavunu, Nil’de boğmalısın; yani nefsi terbiye etmelisin.

Hazret-i Musa’nın temennisi reddedildiği hâlde, şair bunu niçin dile getiriyor?

Evet, Musa -aleyhisselâm-’ın talep ettiği şekliyle tecellî bu dünyada gerçekleşmez, fakat; Hakk’ın tecellîgâhı olan gönül, temizlenirse, Hak orada sırlı tecellîlerde bulunur. Bu da tecellînin insana mahsus olan derecesidir. Bu nevî tecellînin en üst derecesi, insân-ı kâmilde, onun da zirvesi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de meydana gelir:

Cebînin cilve-gâh-ı nûr-i vahdet yâ Rasûlâllah!
(Eşref Paşa)

“Yâ Rasûlâllah alnın, vahdet nûrunun tecellî ettiği yerdir.”

Ey Hazret-i Hâdî-i Sübül Fahr-i Rusül
Âyîne-i ihsân-ı ezel, mazhar-ı küll
(Şeyh Gālib)

“Ey (hak) yolları gösteren, peygamberlerin iftiharı, (Hakk’ın) ezel ihsanının aksettiği ayna, (Hakk’ın) bütün tecellîlerine mazhar olan zat!”

Muhabbet ve mârifet yolunda sûfî hep bu hususî tecellîlere nâil olmayı arzular:

İrem Bağı’yla dil bulmaz tesellî
Demâdem durmaz ister cezb-i küllî
Hudâ’dan dilerim dâim tecellî
Bana Mevlâm gerek gayrı gerekmez.
(Abdülhay Celvetî)

Tecellî hâdisesinde, tecellî eden (Hak), tecellîye mazhar olan kişi, nesne veya olay (cilve-gâh, tecellî-gâh) ve tecellînin boyutu (zat, esmâ veya sıfat) unsurları vardır.

Cilâ ile de akraba olan tecellî kavramı; tecellîye sahne olan kişi, nesne veya olayı bir ayna olarak görmemize yardımcı olur. Ayna; gösterdiği şeyin vücut ve mahiyeti hususunda nasıl varlık iddia edemezse, ilâhî tecellîlere mazhar olan şeyler de hulûl, ittihâd, tecezzî gibi yollarla tevhid ve tenzihe halel getiremezler.

Mü’min bilir ki melekler, peygamberler ve Allah dostları gibi zirve tecellî-gâhlar, Hakk’ın -hâşâ- şeriki, evlâdı, parçası değil, velîsi, dostu, mukarreb kullarıdır. Tarih boyunca Hazret-i İsa’nın tabiatını, beşer mi ilâh mı olduğunu, fizik yapısını ilh. tartışan Hıristiyanlar, o peygamberin, Allâh’ın hususî bir sûrette tecellî ettiği bir kulu olduğu noktasından şaşmasalardı dalâlete düşmeyeceklerdi. Zaten dinler tarihi Hıristiyanların ilk asırlarda bu çizgide durduklarını sonradan üçlemeye gittiklerini gösteriyor.

Mademki gönül bir aynadır, aynanın cilâsını artırmak tecellînin kuvvetini artırır. Bu cilâ ise arınmaktır, temizlenmektir:

Sür çıkar hâtırdan ağyârı tecellî ede Hak
Pâdişah konmaz sarâya hâne mâmûr olmadan
(Şemseddîn Sivâsî)

Aslında bu hususî tecellîlerin tahammülü zordur. Tecellî esnasında Tûr Dağı’nın başına gelenler, müridin de yaşayacağı sarsıntılardır. Ama o yine de arzu eder bunu:

Dîdârunı ider bu gönül Hak’dan ârzû
Gerçi bilür ki n’oldı tecellîde kûh-ı Tûr
(Ahmedî)

Bu tecellîlere tahammül edemeyenler Hallâc-ı Mansur gibi ber-dâr olurlar. Bu sebeple tasavvuf, mürşid gözetimine büyük önem vermiştir.

Bu hususî tecellîyi anladığımızda, yerlere-göklere sığmayan Hakk’ın kulun gönlüne sığmasından bahseden, Rabb’in, kulun yürüyen ayağı, konuşan dili olmasını anlatan hadislerin tevili anlaşılır, büyük mutasavvıfların zaman zaman dile getirdiği, «Ene’l-Hak», «Sübhânî mâ a‘zame şânî» gibi şatahâtın da esrarı çözülür.

İnsanoğlu, Hakk’ın gönlüne tecellî etmesi için hususî yaratılmış bir aynadır. Güneşin nûrunu yansıtabilecek şekilde sırlanmış bir ayna toprağa kapaklandığında nasıl bu ışıktan mahrum kalırsa, insan da mâsivâya daldığı takdirde ilâhî tecellîlerden uzak düşer. Öyle bir aynanın güneşten alabileceği ancak siyah sırlı sırtında yoğunlaşacak güneşin harareti ise, Hakk’a sırtını dönmüş bir kul da ancak kahır/celâl tecellîlerine mazhar olur.

İnsana yakışan, Cenâb-ı Hakk’a muhabbetle bağlanmak, her zerrede Nakkāş-ı Ezel’in nakşını görüp tefekkür ve tezekkür ederek, dünyada bütün âzâsıyla Hakk’a teslim olup, gönlünde, Allâh’ın cemâliyle tecellî etmesine gayret etmek ve Mevlânâ’nın şeb-i arûs dediği, vuslat gecesi O’nun cemâlini bedri seyreder gibi temâşâya mazhar olmaya çalışmaktır.

Nazîm Yahya gibi âşıkların niyazıyla bitirelim:

Gayrıdan bulmaz tesellî sevdiğim,
Sen’dedir dîvâne gönlüm Sen’dedir…
Aşığım eyle tecellî sevdiğim,
Sen’dedir dîvâne gönlüm Sen’dedir…