Hem Zor, Hem Kolay

M. Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

Mutlaka kestane ağacı görmüşsünüzdür.

Görmüşseniz, üzerindeki dikenli kestanesini de bilirsiniz.

Henüz dalındaki kestane sadece bir kirpidir. Dikenli duvarlar içindedir. Elle tutmaya gelmez. Avucunuzu kan revan eder.

Erbabı;

Onu dalından uygun bir sırıkla toprağa silkeler.

Sonra kirpisinin ağız kısmını bir nesne ile açtırarak dikenlerin içinden çıkarır. Güzel güzel taneleri artık elinize alabilirsiniz.

Fakat o hâlde yiyemezsiniz. Serttir. Dişinizi kırar.

Yenecek hâle gelmesi için mutlaka ya soba üstünde ya köz içinde ya da fırında pişirmek gerekir.

Ancak;

Pişirmek için de üzerine bıçakla güzel bir çizik atmak şart. Yoksa pişme esnasında içinde gaz birikir ve «güm» diye patlayıverir. Ortalığı berbat eder.

Eğer çiziğini atmışsanız, içinde gaz birikimi olmayacağından hâline râzı bir şekilde pişmeye başlar.

Nihayet;

Tadına doyulmaz bir kebaba dönüşür.

O zaman halkın diliyle:

Kestane kebap,
Yemesi sevap!

Yani yerken artık hiçbir olumsuz tarafı yoktur. Çünkü gayet nefis, lezzetli ve olgundur artık. Hem değeri de daldaki ham hâline göre kat kat fazladır.

Bu çok kolay gibi görünen macera ve keyif verici neticenin aşamaları, aslında hayli yorucudur. Çünkü;

Düşme tehlikesi içerisinde kestane ağacından kestaneleri toprağa dökmek bir mesele.

Onları dikenlerinin ağzından çıkarmak ayrı bir iş.

Hepsine tek tek çizik atmak diğer bir çaba.

Pişirirken ateş etrafında terlemek de ayrı bir emek.

Ancak bu aşamalar tamamlandığında ise deme gitsin. Ortada artık dikenli kestane değil enfes bir kebap vardır. Kokusu bile mis gibidir.

Bu maceraya bir de hikmet gözüyle bakalım.

İnsanın eğitimi de kestane-kebap misaline aslında ne kadar benziyor.

Talebe, hocasının önünde ilk önce daldaki dikenli kestane gibi. Ele-avuca gelecek türde değil. Dokunsanız batacak.

Bunun farkında olmayan eğitici, hep bu yüzden sürekli olarak öğrencilerin kötü ve işe yaramaz olduklarından bahseder ve hiçbir gayret içerisinde olmaz/olamaz. Devamlı bıkkınlık ve yılgınlık gösterir.

Mahir olan eğitimci ise, usûlünü gayet iyi bildiğinden en dikenli kestaneden bile en leziz kebabı yapmasını bilir ve bunun için bıkmadan ve yorulmadan ter döker. Sanatını en güzel şekilde icra eder. Sonunda her bakımdan değerli, mükemmel ve olgun, yani zirve ve yüz akı bir nesil yetiştirmeye muvaffak olur.

Demek ki eğitimde mesele, talebenin hâli değil, hocanın hâlidir. Eğer o, dünya denen kestane pazarında mahir bir sanatkâr ise, eğitim en güzel şekilde neticeler verir. Eğitim macerası, yüz akıyla aşama aşama mükemmel başarılara imza atar. [Bu cümlelerin ilhamı, geçen ay konferansa gittiğim Kestanepazarı Derneği’nde gönlüme düştü. Bütün Kestanepazarılılara teşekkür ediyorum.]

Eğitimde bu ince, gayet kolay, fakat bir o kadar da zor olan gerçek kavrandıktan sonra yapılacak iş, artık usûllerin tafsilâtına kalmıştır.

Ancak mesele insan eğitimi olunca, onlar da son derece mühimdir. Çünkü çınarı saksıda, çiçeği de ayak altında yetiştiremezsiniz. Bir diğer misalle Yunus’un dediği gibi:

Çeşmelerden bardağun doldurmadan korısan,
Bin yıl anda durursa, kendü dolası değil!

Eğitimde bunları kavramak yeterli mi?

Hayır, değil!

Çünkü büyük bir sevda ile gönül temelinde gayret göstermek gerek. Yoksa evrak yığınları arasında «getir-götür»lerin hiçbir faydası olmaz. Tıpkı şunun gibi:

Oturmuş bir köşeye: «Çaycı, oğlum çay getir!»
Ömür tüketir gāfil: «Boşaldı oğlum, götür!..» [Seyrî]

Bu bakımdan şuurlu bir eğitimci, sanatını tam icra edebilmek için her şeyden önce yatağa sitemli olmalı, her zaman demeli ki:

Elim-avucum bomboş; hebâ eyledin dünü,
Ey yatak, beni yarın çağır; bugün iş günü!.. [Seyrî]

Unutmamalı ki dünyada rahat yatanlar, toprakta rahat yatamayacaklardır. Bugünü hep dinlenmekle geçirenler, yarın dinlenemeyeceklerdir. «Yorulduk, biraz da dinlenelim.» dediğimiz an ezkaza son nefese denk gelirse, ecelin kapısı yeni bir yorgunluğa açılır. Nefsimizi vaktinde îkaz edelim:

Ne demektir «yat uyu, haydi az daha kestir;»
Aldığın şu bir nefes, belki en son nefestir! [Seyrî]

Çünkü ecel, randevu ile gelmiyor kimseye. Ânîden, vakitli-vakitsiz, pat diye geliyor. Birine hicran, birine vuslat kapısı. İnsanlar o iki kapıdan geçip gidiyor. Varlık ile yokluk, hayat ile ölüm daima kol kola geziyor. Bir bakıyorsunuz var, bir bakıyorsunuz yok. Bir bakıyorsunuz hayat iksiri içiliyor, bir bakıyorsunuz ecel şerbeti içilmiş.

Her gün bir vefat haberi ile dolu. Uzak veya yakın. Hasta veya sağlam.

Merhum Necip Fazıl’ın şu tefekkürü, hepimiz için geçerli değil mi:

Büyük randevu… Bilsem nerede, saat kaçta?
Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?

Sonra da Sakarya ırmağına bakarak şu seslenişi:

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz,
Sen kıvrıl ben gideyim, son Peygamber kılavuz…

Hâsılı insanoğlu gayret ve ebedî vuslata doğru çırpınış için gönderildiği dünyada her nefesini değerlendirmeli. Hayat, sonsuz kazancın eğitim harmanı olmalı.

Bir gün Azrâil: «Gel dosta gidelim gönül!» dediğinde ayaklarımız geri geri gitmemeli. Koşabilmeli.

Bu demektir ki gönül kestanelerini pişirebilmesini bilmeli.

Eğitimciler bu sırrı çözse, birçok meseleyi kökünden hâlletmiş olur. Güdükleşmeye ve acılaşmaya başlayan günümüz eğitiminin dili de zenginleşir ve tatlılaşır. Buna o kadar ihtiyaç var ki. Zira bugün eğitimin dili üzerinde çok fazla oynandı. Gönül dili unutuldu. Ne diyelim:

Ağzın güzelim sözlere olmuşsa mezar,
Dünyâdaki tüm dilleri bilsen de, zarar!
İnsanla konuşmak mı murâdın, dostum,
Bir tatlı dil öğren, onu herkes anlar!.. [Seyrî]

Çünkü;

Dil o şeydir ki bu dünyâda gönül,
Ya dikenlik büyütür, yâhut gül…

Bülbülün en ezelî şifresidir,
Bağı bin renge sokan, dil sesidir.

Her zaman dil veriyor halka rota,
İhtiyaç çok, bu muazzam sanata.

Eğitim meyvesinin can kökü dil,
Tatlılıklar, acılıklar… onu bil! [Seyrî]

Eğitimde kalbin ili, söz ülkesinin başkenti olduğu müddetçe neticeler maksada göredir:

Oldu söz ülkesinin güçlü dili,
Olsa başkenti dilin, kalbin ili…

O güzel ilde cihân, aşkı okur,
Gülü, bülbül, o güzel ilde dokur.

Orda sevdâ ve hakîkat kol kol,
Orda her sayfa güzelliklere yol…

Orda titreklere her yan sıcacık,
Kavrulan canlara, atmosfer ılık…

Orda öz meltemi var rûha, serin,
Tam tecellî yeridir her hünerin…

Can verir böylesi dil, can dilidir,
Can veren can dili, cânan dilidir…

Eder âlemde bu dil kurdu kuzu,
Doldurur nurla hayât ufkumuzu…

Öyle bir dil ki güneşten daha nûr,
Öyle bir dil ki, sulardan billûr…

Kor ateşten bile çok etkilidir,
Pâdişahtan yedi kat yetkilidir… [Seyrî]

Eğitimin bu dili, Yunus’un kuş dilidir. Mevlânâ, gönlünde en sert kestaneleri de pişiren bir dildir. Bizim eğitimimizin / bu millete göre olması gereken eğitimin dilidir. Önemli bir nokta da bu:

Milletimizin medeniyetine/bize göre eğitim.

Genlerimize, kalıplarımıza, idrakimize, duygularımıza, kültürümüze göre eğitim…

Eğitimde olumlu ve yüksek verim istiyorsak, bu gerçeği görmek gerekli.

Çünkü bir şey, diğerleri ve başkaları için ne kadar güzel ve mükemmel de olsa, bizim için o kadar çirkin ve kötü olabilmekte. Bu yüzden bir yabancı dil bile doğru-dürüst öğrenilemiyor. Çünkü hiç yaşamadığımız bir hayatın ve hiç konuşmayacağımız cümleleri ile dil öğretilmeye çalışıyor… Netice: sadece kompleksli ve yabancıya hayran beyinler…

Batı böyle bir yapıyı aştığı gün Osmanlı karşısında büyüdü. Biz de aşarsak, batı karşısında tekrar daha büyük oluruz. Bunun için önce «gibilik»lerden kurtulmamız lâzım. Yani eğitimde «bize göre»nin dışında bir «gibilik» olmamalı. Orijinallik ve mükemmellik olmalı. Gibilikler, insanımızı ne olacağını bilemez hâle getiriyor. Cariyeler kelimesini bile «keriyılır» okutturuyor. Gülünç duruma düşürüyor. Her zaman duyarız:

Batı şöyle düşünüyor, böyle düşünmüyor, vesaire… Allah Allah… Bizde beyin yok mu? Akıl yok mu?

Âlâsı var.

Ama ah şu gibilik…

Çokları görmüyor ki öze dair olmayan gibilikler, insanı sadece okumuş gibi yapıyor. Fakat asla okumuş yapmıyor. Ne acı bir yarımlık! Niceleri fark etmiyor. Lâkin fark edilse de edilmese de yarım doktor candan, yarım hoca dinden, yarım aşklar sevgiliden, yarım niyet güzel amelden etmekte değil mi? Aynı şekilde çiğ süt emmiş insanoğlunu, yarım sabırlar kalem gibi duruştan, yarım sözler de dupduru özden etmekte değil mi?

Yine içten pazarlıklı yarım dürüstlüğün, yarım ahlâkın, yarım sadâkatin ve yarım ahbaplığın da özeti fos çıkmaktan ibaret değil mi? Bu fos yarımlar da, hangi sebebe sarılmaya çalışırsa çalışsın, inandırıcı olmayan amalar ile yamaların girdabında boğulmaktan kurtulabiliyor mu? Asla…

Velhâsıl eğitimde kendi medeniyetimiz etrafında tamlık yolunu tutmak zamanı bugün. Unutmamalı ki İstanbul fethi yarım ellerle, yarım ayaklarla hareket edenler yüzünden Fatih’e kadar hep neticesiz kalmıştır. Fatih’te ise her şeyiyle tamlık olduğundan fetih, hem de tam mânâsıyla gerçekleşmiştir.

Tamlık kıvamı da, elbette ki gibiliklerden kurtulmakla, bizâtihî kendi olabilmekle mümkün. Hiçbir zaman bir millet, kendi kültür ve medeniyetinden ayrı olan başka bir milleti büyütmez. Ona hayran da olsanız yine büyütmez. Aksine daha fazla küçültme imkânı elde etmiş olur. Büyük (!) Reşid Paşa’dan öncesi ve sonrasındaki ahvâle bakınca o demde yazılan şu hicvin ne mânâya geldiğini daha güzel idrak ederiz:

Zamânenin şu tabîb-i reşîdine bak kim;
Revâç vermek için kendi kâr u san’atına,
Mizâc-ı nâzik-i devlet rehîn-i sıhhat iken;
Düşürdü re’y-i sakîmi firengi illetine!.. [Kâzım Paşa]

“Bu devrin şu olgunluk taslayan Reşit isimli doktoruna bak hele! Kendi işini ve sanatını kıymetli gösterebilmek için sahip olduğu hastalıklı görüşü ve tedavi anlayışı, âdeta sıhhate rehin olan koca bir devletin nazik mizacını bile frengi1 hastalığına düşürdü…”

İşte gerçekten olgun olmadan iş başına gelmiş bir adamın acı faturası!

Eğer eğitimde kestane macerası çerçevesinde bir olgunlaştırma çalışması yapılmazsa, bu acı faturaların ardı arkası kesilmez.

Gelin kestaneleri iyice ve tam pişirelim…

Başkalarına ve hamlığa lokma olmamak için…

Ve bilelim ki bu iş;

Hem kolay, hem zor!

1 frengi: 1. Frenklere/Fransızlara ve Avrupalılara has, onlara ait. 2. Cinsî münasebetle bulaşan, vücutta ve akılda sakatlıklara yol açan ve iyi tedavi edilmediğinde irsî olarak çocuklara da geçen bir hastalık.