Râşid Halîfeler Dönemi (Hulefâ-i Râşidîn) Hazret-i Ali Dönemi 3 (656-660)

Ahmet MERAL

NEHREVAN SAVAŞI

Hazret-i Ali, Muâviye engelini bertaraf etmede Sıffin Savaşı ve Hakem Olayı gibi türlü engellerle karşılaşmıştır. Muâviye ile mücadele ederken bu defa karşısına Hâricîler çıkmıştı. Ayrılıkçı Hâricîleri ikna etmek ve kendi askerî gücünü tekrar güçlendirmek için Nehrevan’a hareket etti. Üstün hitabetiyle pek çoklarını ikna ederek kendi tarafına çekmeyi başardı. Ancak hâlâ bozgunculuğunu sürdüren, fitne ateşini körükleyen müfrit Hâricîlerden binlercesini de bertaraf etmek zorunda kaldı. Bu sathî düşünceli mutaassıp topluluk sayıca az olsa da savaşçı ve etkiliydi. Ashabdan Abdullah bin Habbab ve hamile eşini sırf kendi görüşlerini paylaşmadıkları için öldürmüşlerdi. Daha sonraki dönemde de hemen her şeye karşı çıkan, muhalif bir grup olarak tesirlerini devam ettirdiler. Hattâ kendi dönemlerini de aşarak bir düşünce ve mantık yürütme yöntemi olarak etkilerini günümüzde de hissettirmeye devam ettiler.

Mü’minlerin Emiri Hazret-i Ali, Muâviye ile yürüttüğü mücadelede bu olaydan dolayı da güç kaybına uğramıştı. Bu yüzden âsîler üzerine ordu hazırlayıp göndermekte zorlanıyordu. Ortam ve insanlar değişmişti. Saadet devrindeki İslâmî kaygıların yerini dünyevî tasalar almaya başlamıştı. Taşların tevhid ve adalet temeli üzerine yeniden oturtulması anlamına gelen bu fazilet mücadelesinde Hazret-i Ali bu hâricî şartlar yüzünden sürekli güç ve irtifa kaybediyordu. Nitekim çok geçmeden Mısır da Hazret-i Ali’nin kontrolünden çıktı. Amr bin As komutasındaki birlikler Mısır’a girerek Hazret-i Ali’nin valisi ve Hazret-i Ebûbekir’in oğlu Muhammed’i öldürüp cesedine türlü eziyetler yaptılar. Bu acı olayı öğrenen Hazret-i Âişe’nin bir daha et yemediği rivayet edilmiştir.

HAZRET-İ ALİ’NİN ŞEHİD EDİLMESİ

Hazret-i Ali, Hakem Olayı’ndan sonra Kûfe’ye çekilip Muâviye’ye karşı yeni bir sefer için hazırlıklara başladı. Fakat sebatsız, savaşmaktan bıkmış Iraklı askerlerden yeterli desteği göremedi. Nihayet büyük gayret ve zorluklardan sonra 40 bin kişilik bir ordu teşkil etti. O tasarladığı son sefere çıkmak üzereyken Hâricîler de Mekke’de hazırladıkları eylem plânına son şeklini vermekteydiler. Hâricîler Hazret-i Ali, Muâviye ve Amr bin As’ı öldürerek kendilerince halîfe meselesine bir çözüm getirmeyi plânlamışlardı. Bu amaçla her üç şahıs için birer suikastçı görevlendirmişlerdi. Hazret-i Ali’nin öldürülmesiyle görevlendirilen kişi Abdurrahman bin Mülcem’di. Bu şahıs yardımcılarıyla birlikte Kûfe’ye gelerek Kûfe Camii’nde mevzilendi. Sabah namazını kıldırmakta olan halîfenin arkasına sokularak onu başından yaraladı. Bu yara ağır ve öldürücüydü. Doğdu doğalı Allah’tan başkasının önünde eğilmeyen başı, yüzü ve sakalı kanlar içerisinde kalan Hazret-i Ali’den: “Kâbe’nin Rabbine and olsun, kazandım!” sözleri duyuldu. Çok geçmeden -iki gün sonra- şehadet mertebesine ulaştı. (Ocak 661) Bugünkü Irak’ın Necef kentine defnedildi.

HAZRET-İ ALİ’NİN HAYATI VE ŞAHSİYETİ

Gerçekten o İslâm okulunun ilk öğrencisiydi. Hazret-i Rasûl’un elinde ve evinde yetişmişti. İslâm’ın Mekke ve Medine dönemleri de dâhil bütün önemli anlarda Hazret-i Peygamber’in yanı başında, O’nun vefatından sonra da çizgisinin en sâdık ve dikkatli izleyicisiydi.

Hazret-i Peygamber tarafından Ebû Türab olarak isimlendirilen Hazret-i Ali’nin el-Murtazâ ve Esedullâhi’l-Gālib gibi lâkapları da vardır. Onun İslâm’ın ilk günlerinden itibaren ilim, takvâ, ihlâs, fedakârlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâkî ve insanî vasıflara sahip olarak yaşadığı, bütün kaynaklarda yer alır. Gerek pürüzsüz ve ideal İslâmî kişiliği, gerekse Kur’ân ve sünnete derinliğine vukufiyeti herkes tarafından takdirle karşılanan nâdir şahsiyetlerdendi. Hazret-i Ali İslâm kültüründe ve özellikle İslâm irfanının oluşmasında adı geçen sembol isimler arasında yer almıştır. İslâm okulunun ilk kayıtlı öğrencisi olma şerefini taşımakla kalmamış, Hazret-i Peygamber’in “Ben ilim şehriyim, Ali ise kapısıdır.” iltifatlarına mazhar olmuştur.

Kur’ân ve sünnete yürekten bağlılığı ve dünyevî hırslardan alabildiğine uzak kalışı onu seçkin bir şahsiyet yapan en temel özellikleriydi. Cemel, Sıffin, Nehrevan gibi talihsiz olaylar sırasında gözyaşı döküp muârızlarının basiret, îman ve hidayetleri için dua edecek kadar hassas, takvâ sahibi bir mü’mindi. O, mücadelelerle geçen ömründe siyasî çizgisi ve tercihleriyle eleştirilmiş ve hasımlarına üstünlük sağlayan türlü desiselere ve taktiklere başvurmadığı için beceriksizlikle de itham edilmiştir. Ancak Hazret-i Rasûl’den gördüğü uygulamaları tavizsiz sürdürmeyi siyasetinin mihverine yerleştirmiş ve sonuçları ne olursa olsun bu ilkeli ve ahlâkî çizgiyi ısrarla sürdürmüştür. İktidarını Hazret-i Rasûl döneminde olduğu gibi adalete öncelik veren bir konuma oturtma kararlılığından asla taviz vermemiştir.

Süratli yayılışın sağladığı güven ve refah, kitlelerin yavaş yavaş yüzlerini daha çok dünyaya çevirmesine yol açmıştı. Bu durum İslâm hükûmetinin yönettiği coğrafyada halkın ekonomik, hukukî ve sosyal münasebetlerinde bazı problemlerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştu. Bu problemler giderek derinleşmiş, sosyal karışıklara ve yer yer isyanlara dönüşmüştü. Bu vahim olayların Hazret-i Osman’ın Medine’de şehid edilmesi noktasına kadar ilerlemesi, Hazret-i Ali’yi hiç istemediği hâlde halîfeliği kabul etmek zorunda bırakmıştı. Nitekim duruma hâkim olur olmaz, özellikle İslâm’a yeni girenlerin eğitilmesi için Medine’de bir merkez oluşturmuştu. Bununla da kalmamış, geçmişte halkla yönetim arasında oluşan kopukluğu giderecek önemli tedbirler almıştı.

Hazret-i Ali yöneticileri ve halkı sade yaşamaya davet eder, bilhassa yöneticilerin bu konuda dikkatli olmaları yönünde titizlik gösterirdi. Nitekim Basra valisi Osman bin Hunayf ’ın yoksulları bırakıp zenginlerin davetlerine katıldığını du- yunca onu bir mektupla uyarmış ve onun yoksul kitlelere daha ihtimamlı davranmasını tembih etmişti. Kendisi de yoksul ve sade bir hayat sürer, bunu takvâlı bir öndere yakışacak davranışlarla hayatın her alanında örneklerdi. Bu özelliğiyle Hazret-i Ali, sonraki dönemlerde Müslüman toplumları derinden etkileyen irfan okullarının en önemli sembol kişiliğini oluşturmuştur. Nitekim; “Çevremde aç karınlar ve susuz ciğerler varken doymuş bir karınla mı yatayım? Dünyanın güçlüklerini halkla paylaşmadıktan sonra kendime «Mü’minlerin Emiri» denmesine râzı mı olayım? Hayatın zorlukları karşısında onlara bir örnek olmalı değil miyim?” derdi.

Onun siyasetinin ana çizgileri, vali ve devlet görevlilerine gönderdiği emirnamede açıkça görülür: “Halka karşı daima içinizde sevgi ve nezâket duyguları besleyin, onlara bir canavar gibi davranmayın ve başarınızın onları azarlayıp sert davranmakta yattığı fikrine kapılmayın!”

O, bütün bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halîfeydi. Güçlükler sıkıntılar ve savaşlarla geçen beş yıllık hilâfet süresi boyunca sonraki dönemlere örnek teşkil edecek kalıcı izler bıraktı. Yönetimi boyunca iç karışıklarla uğraştı. Cemel, Sıffin, Hakem Olayı ve Hâricîlerle mücadelesi döneminin en önemli siyasî olaylarıdır. Bu trajik olayları önleme yolunda yoğun çabalar göstermişse de, dünyaya iltifat edenlerin hilâfeti saltanata dönüştürmesinin önüne geçememişti. Ancak gerçek liderler dünyevî bir başarı elde etmiş olma ölçüsüyle değerlendirilemezler. Bazen yaşadığı çağda yeterince anlaşılamayan liderler yüzyıllar ötesine gönderdikleri işaretlerle cemiyet çapında değişim ve dönüşümlere ilham verirler, adalet ve özgürlük arayışlarının tutuşturucu meş’alesi olurlar.

Hazret-i Ali de bu özellikleriyle şanlı Peygamber’in yolunun ve bu yolun yolcularının ışığı olmuştur. Gerçek başarı budur. Zaten kendisi de şehâdet şerbetini içerken “Kâbe’nin Rabbine and olsun, kazandım!” derken bu gerçeğe işaret etmiştir.