Mekke’de Bir Ev IV

Ali HÜSREVOĞLU

(Özet: Süheyl bin Amr, Müslüman olan çocuklarını Mekke’deki evine hapsetmişti. Bedir Savaşı’nda esir düşen Süheyl, Mekke’ye döndü. Hudeybiye Anlaşması’nda Mekke’yi Süheyl temsil etti. Anlaşma metnine Rahman ve Rahim isimlerini ve Rasûlullah ibaresini koydurmadı. Mekke’deki Müslümanların Medine’ye geçmelerini engelleyici madde koydurttu.)

Ebû Cendel, Hudeybiye Anlaşması’nda metne Müslümanlar aleyhine koydurduğu maddeleri övünerek anlatan babasına cevap verdi:

“–Bak babacığım, sana söyleyeyim: Senin, benden başka derdinin kalmamış olduğu anlaşılıyor. Çünkü ileri sürdüğün maddenin başka bir anlamı yok. Ben Medine’ye kaçmadığım, burada bağlı kaldığım zaman senin problemin kalmıyor. Hâlbuki Peygamberimiz’in derdi bundan ibaret değil. Söyler misin bana? Müslüman olduktan sonra kaç kişi sizinle yaşamayı tercih etti? Sizinle kalmak için Medine’den kaç kişi buraya kaçtı? Siz, ileri sürdüğünüz anlaşma maddeleri ile artık hiçbir dayanağınızın kalmadığını ağzınızla itiraf ediyorsunuz. Peygamberimiz ise kendi gücünü ve arkadaşlarının vicdanında yer etmiş îmanın gücünü çok iyi bildiği için sizinle oynuyor. Hiçbir kıymeti olmayan maddelerinizin reddi için kendini yormuyor. Gelecek sene O, bu sene engellediğiniz umresini kaza etmeye gelince sizin kayalıklara çıkıp seyretmekten başka elinizden bir şey gelmeyecek. Mekke sabırsızlıkla O’nu bekliyor. Sizin umduğunuzdan çok kısa bir süre sonra da Mekke’ye bir daha gitmemek üzere gelecek. O zaman siz buralarda duramayacak, çil yavrusu gibi dört bir yana dağılacaksınız.

“–Bunları nereden seziyorsun ey aşağılık hayırsız?”

“–Allâh’ın kalbime koyduğu îman ışığıyla babacığım.”

“–Ben, niye sezemiyorum?”

“–Hâlâ içinde yüzmeye devam ettiğin şirk ve küfür senin gözlerini bağlamış, görmez etmiştir.” “–

Babanla hâlâ böyle mi konuşuyorsun?”

“–Özür dilerim babacığım.”

Bundan sonra Ebû Cendel, Ebû Basir gibi birkaç arkadaşıyla beraber Mekke’den kaçmış, Mekkelilerin Şam ticaret yolunda uğranmadan geçilemeyecek bir noktasına karargâh kurup Mekkelileri tedirgin etmeye başlamışlardı. Bundan Mekke’nin neşesi kaçmıştı. Şuncağız bir engel Mekke ticaretini boğmak için yeterli idi. Ebû Süfyan Süheyl’i çağırıp hakaret ederek:

“–Bu gençleri Şam yolundan çek. Oğlun eşkıyalığa başladı. Bizden kimi yakalarlarsa soyuyorlar, soyamazlarsa öldürüyorlar. Git Muhammed’e, bunları oradan alsın, ne yaparsa yapsın. Çünkü bu işi başımıza O’nunla yaptığın anlaşmayla sen getirdin.” dedi.

Süheyl zaten mahcup ve gergindi:

“–Ben bunu zafer sanıyordum. Böyle olacağını bilir miydim? Hem sen niye gidip de adama şart koşmadın? Niye beni ileri sürdün?” diye cevap verdi.

Ebû Süfyan Mekke’yi koruyan tek adam olduğunu îmâ ile:

“–Bu adamla savaşmaya benden fazla gayret eden birini tanıyor musunuz? Ama öfkeden o hâle gelmişim ki, adamı görmeğe tahammülüm yoktur.” diyerek kendini savundu.

Fakat Medine’ye gidip, Ebû Cendel ve arkadaşlarını Şam yolundan çekmesi için Muhammed’e yalvarmaktan başka çare yoktu ve bu iş için Ebû Süfyan’dan daha uygun kimse bulunmuyordu. Ebû Süfyan, burnundan soluya soluya Medine’ye gitti.

Hazret-i Ebûbekr’i bulup görüşmek istedi. Olmadı. Ömer -radıyallâhu anh-’ı gördüğünde bir şey diyecek oldu. Hazret-i Ömer fırsat vermeden:

“Eğer sizinle savaşmak için yeryüzünde hiçbir şey bulamasam karıncalardan ordu kurar yine sizi tepelerim.” deyince kapılar kapanmış oldu. Peygamber’i aradı. O da, temsilcileri tarafından ileri sürülen maddelere sadık kaldıklarını ve anlaşmayı tek taraflı bozmayı düşünmediklerini söyledi. Devamla:

“Onlar sizin çocuklarınız. Hem anlaşma dışındadırlar. Onları tutun Mekke’ye götürün, rahat edin.” dedi. Hazret-i Ali ise onunla oynamayı tercih etti:

“Kim kimi himayesine alabiliyorsa alıp sığındırsın.” dedi. Ebû Süfyan Hazret-i Ali’nin söylediği sözü Mekke’ye kadar düşündü, ne anlama geldiğini çözemedi.

Ebû Süfyan mağlûp ve eli boş dönmüştü. Yapacak şey yoktu. Mekke, artık yöneticilerine inanmıyor, güvenmiyordu.

Vakti gelince şanlı Peygamber ve arkadaşları Mekke’ye girdiler. O güne kadar kendilerini yenemeyenler, O’nunla yüzleşme gücünü kendinde bulamayanlar kaçmışlar, çil yavrusu gibi dağılmışlardı.

Safvan bin Ümeyye, Ebû Cehl oğlu İkrime, Abdullah ve Ebû Cendel’in babaları Süheyl de bu kaçanlar arasında idi. Yüce Peygamber bunlardan kim gelip özür dilese ve îman ettiğini söylese kabul ederdi. Gururlarını kırmaz, şahsiyetlerini incitmezdi. Fakat onlarda bu yüz ve cesaret yoktu.

Âlemlere Rahmet Efendimiz câhilî kalıntıların, buna ilâve olarak Müslümanlardan herhangi birinin onları incitecek bir söz sarf etmemesi için tedbir almış:

“İkrime yarın gelecektir. Kimse onu babasının adıyla anıp incitmesin. Ölüye hakaret, diriyi incitir.” buyurmuştu. Süheyl için de:

“Kimse Süheyl’i görünce onu huylandıracak/incitecek bir bakışla bakmasın. Süheyl aklı başında ve şerefine düşkün adamdır.” buyurmuştu.

Bir zaman önce Mekke’yi kendileri için cehenneme çeviren babalarını, Rasûlullâh’ın huzuruna oğulları getirmiş ve Süheyl bunca yıldan sonra îmanla müşerref olmuştur. Süheyl, anlamsız ve gereksiz bir gururun kendisini bu kadar yıl karanlıkta bıraktığına derinden üzülmüş, yıllarca gözyaşı dökmüş, oruç tutmuştur. Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra bedevî Arapların:

«Namazı kılarız, fakat zekât vermeyiz!» düşüncesiyle başlayan irtidat hareketlerine karşı en etkili nutku Süheyl bin Amr vermiş ve ifadelerinde kullandığı:

“İslâm’a en son girenler siz oldunuz. İlk çıkanlar da siz mi olacaksınız?” cümlesiyle tarihe geçmiştir. Ebû Cendel, Rasûlullâh’ın Hazret-i Ömer’i Bedir sonrası Süheyl’in dişlerini sökmekten men edişini ve bugünü o günden gören basiretini hatırlatmış, bu hatırlatış Süheyl’i derinden etkilemiş ve Süheyl:

“Bundan sonra bizim için tek kurtuluş çaresi cihada devam etmektir.” diyerek devamlı sûrette cihada katılmış, diğer günlerinin çoğunu da oruçlu geçirmiştir.

Bir zamanlar İslâm’ın yüce Peygamberi’ne hangi kötülüğü yapsa az görecek olanlar şimdi, O’nun uğrunda her şeylerini feda etmeğe hazır idiler. Ebû Süfyan günün hiçbir vaktinde O’ndan ayrılmak istemiyor, Süheyl O’nunla geçirdiği her dakikayı hayatının en mutlu anları sayıyor, İkrime O’na düşmanlıkla geçirdiği günlerin günahlarından kurtulmak için Allah’tan şehâdet istiyor, dayanılmaz bir duygu yüküyle Kur’ân’ı açıp da daha okumaya başlamadan:

“Bu Rabbimin sözü! Bu Rabbimin sözü!” diyerek içi eriyip gidiyor, birkaç âyet okuma gücünü bulamayarak bayılıp gidiyordu. Dün, en çok nefret ettiği insan, bugün ona bütün insanların en sevgilisi idi. Bu insanlar için bunu sağlayan hiç şüphesiz ki Canlar Cânı Efendimiz’in akıl almaz sabrı ve bağışlama gücü idi.

İntikam almak için fazla güce gerek yoktu. Ama bağışlayabilmek için muazzam bir güce ihtiyaç vardı. İşte bu güç O’nda vardı. Bu gücün kaynağı da hiç şüphesiz ki bütün âlemlerin terbiye edicisi Allah’tı. Eğer kullarına bu dayanma gücünü O vermeseydi kimse bir şey yapamazdı.

Bu insanları Son Peygamber’e düşman eden şey, konuyu şahsî zannedip; “Bu işi milletin başına Muhammed’in çıkardığı”nı zannetmeleri idi. Ama şimdi Hazret-i Muhammed’i Allâh’ın gönderdiğini, bu dinin O’nun şahsî arzusu veya projesi olmadığını anlamışlardı.

Bundan sonra şirk ve küfür döneminde işledikleri günahların afvolunması için cihaddan cihada koşmaktan başka yol bulamıyorlardı.