Kibri Yen… Nefsi Kurban Et…

Naci ÖZTÜRK

Rivayet olunur ki Hazret-i İbrahim Cenâb-ı Hakk’a : “Yâ Rabbi, kumar oynayanları helâk et, zina edenleri helâk et…” şeklinde bedduada bulunmuş.

Cenâb-ı Hak ise: “Yâ İbrahim beddualarınla herkesin helâkini istiyorsun. Yeryüzünde kul bırakmadın. Sen, Ben’im dostum olduğun için duanı kabul ettim Ben onları helâk ettim. Ama sıra sende. Sen de İsmail’i kurban et.” demiş.

Bu temsilî hikâyeden çıkarılacak ibret, insan her şeye kusur bulmayacak. «Onun kaşı niye böyle, bunun gözü niye böyle?..» derse Allâh’ın gücüne gider.

Hazret-i İbrahim, «İsmail’i kurban etme» imtihanından muvaffak çıktı. Biz İbrahim de değiliz, imtihanı kaybederiz. Gerçekten başkasını kınayana Allah o kınadığı şeyi kendi nefsinde gösterir. Aile efradında, evlâdında gösterir. Ondan sonra ne yapacağını şaşırır.

Onun için kula düşen, dünyada misafirhanedeki bir misafir gibi davranmak. Aynı evdeki diğer misafirlerde kusur aramamak. Ev sahibinin hoşlanmadığı şeyleri yapmayıp, hoşlandığı şeyleri yapmak.

Allah -celle celâlühû- Hucurat Sûresi 12’nci âyet-i kerîmede cemiyet hayatıyla, beşerî münasebetlerle ilgili çok önemli kurallar koyarak şöyle buyuruyor:

“Ey îman edenler, zannın birçoğundan kaçının. Birbirinizin kusurlarını araştırmayın. Biriniz ötekini arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz (gıybet etmek sûretiyle) ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bakın, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkun, Allah tövbeleri kabul edendir, O çok esirgeyicidir.”

Tecessüs, başkasının aybını arama, kendinden başkasını beğenmeme gibi marazlar kibirden kaynaklanıyor.

Şimdi öyle insanlara tesadüf ediliyor ki; adam «Ben iyi Müslüman’ım, hattâ dervişim.» diyor. Kendine göre; «Her şeyimle mükemmel bir dervişim.» diyor. Ama kimseyi kabul etmiyor. Güya ilmine güvenip herkese kulp takıyor. Nefsanî tenkitler yapıyor. «O’nun okumasını kabul etmem, bunun yazdığını kabul etmem.» ilh. diyor.

İnsan az buçuk ilim sahibi olunca şeytan onunla oyun oynamaya başlar. Başlar vesvese vermeye. Sonunda o kişiye «Oldum.» dedirir. «Oldum» zannıyla erken düşen meyvelerin içini açın, dışı güzel de olsa içi kurttur. O meyve oldu gibi görünüyor, düşüyor ama olmamış. İçinde kurtlar var.

Böyle azıcık bilgisiyle böbürlenenlerin de içinde o meyvenin içinde olduğu gibi kurtlar dolmuş demektir. Kibir, haset, kin… kurtları.

Kurtlar meyvenin yenmemesine sebep olur. O meyve insana faydalı olacağı yerde hiç kimse o kurttan dolayı onu yemez, faydasız hâle döner. İnsanın içindeki kurtlar da erken zamanda; «Oldum, ben bir anda oldum… » dedirtirse, o kişinin ilminden kimseye fayda gelmez. İlim ehlini seven Hak dostları da içlerindeki marazlardan dolayı onlara muhabbet beslemez, onları, kurtlu elma misali bir tarafa bırakırlar.

Hâlbuki ilim insanlara istifadeli olmak için, Allâh’a karşı takvânın artması için öğrenilir. Bu nasıl olacak? Güneşte yana yana, pişe pişe… Meyveler nasıl güneşte pişe pişe olgunlaşıyorsa, insan da çile çeke çeke, pişe pişe, zorlansa da «ben bilmiyorum» diye diye olgunlaşacak… Her adımda bilmediklerinin büyüdüğünü, aslında ne kadar bilgisiz olduğunu anlayacak.

İnsanın bildiği nedir ki bu âlemde? Sonra dünya ilimlerinin hepsini bilse, niyet sâlim olmadıktan sonra ne fayda eder. İşte şeytana bilgisi fayda vermedi, huzurdan tard edildi. Demek ki bilmekle olmuyor bu iş; «Ben, bildim.» yok. «Ben, bilmiyorum.» var.

Allah dostlarından birine sormuşlar: «Efendim, bu tarîkat-ı aliyyede en büyük kimdir? En önde giden kimdir?»

«Evlâdım, ben en sonda yürüyorum, en öndekini bilemem.» diye cevap vermiş.

Zâhirî âlimlerden birine sormuşlar: «Efendim, bu dünyada en büyük âlim kim?»

«Bizim için en büyük âlim diyorlar.» diye cevap vermiş.

Aradaki fark bu, tasavvufun güzelliği bu. Tasavvuf, insanı olgunlaştırıp, nefsin gemini kalbin, rûhun eline vererek, onu şeytanla yarış yapmaktan alıkoyuyorsa, hattâ şeytana çelme takacak hâle getiriyorsa; işte o kişi tasavvuftan istifade ediyor, demektir.

Yoksa kişi azıcık ilmini nefsin kucağına vermiş, «Ben mi büyüğüm sen mi büyüksün? Ben mi bildim sen mi bildin?» diye âdeta şeytanla yarış yapıyorsa tasavvuftan istifade edememiş, demektir. İsterse kırk senedir o yolda bulunuyor olsun, ister elli senedir…

Maalesef böyle insanlar, niyet noktasında şaşkınlığa düşmüş kişilerdir. Allâh’ın rızâsını kazanmayı değil, kulların takdirini, övgüsünü almaya çalışmışlardır. Bu sebeple de başkalarını nefsanî tenkitlerle ezerek, onların üstüne basmaya çalışırlar. Şair Cengiz NUMANOĞ- LU ne güzel söylüyor:

Şu insan denilen, iki cinsiyet;
Bazen şeytan ile kurar ünsiyet.
Namus, şeref, hayâ, edep, haysiyet,
«Ne bulursa harcar…» Desinler diye…
Kimi var, öyle bir süsler ki sözü;
«Allah!» derken bile, reklâmda gözü.
Kırk yılda bir kollar, iki öksüzü,
«Ne cömert bir insan…» Desinler diye
Kimi, gönül vermiş, güya bilime;
Beyni muhaliftir, akl-ı selîme.
Ezberlemiş, birkaç yaban kelime;
«Ne kültürlü insan…» Desinler diye…
Daha kimler var ki; saymakla bitmez
Hiçbirine, doğru kelâm, kâr etmez.
Gaflet kapısından, ölse de gitmez;
«Son nefeste bile…» Desinler diye…

Kokuların en çirkini riya kokusudur. Kokuların en güzeli de gönül kokusudur. O kokuyu; mükellef sofralarda, son model araçlarda, villalarda, yalılarda bulamazsınız. O koku; kırık gönüllerde, yetim yüreklerde bulunur.

Evinin bir köşesinde o kokuyu duyabiliyorsan ne mutlu sana, mutluluğun sırrı işte budur.

Kır kibir bardağını, katran yürekli insanlardan uzak dur. Hazret-i İbrahim gibi teslimiyetle, Hazret-i İsmail gibi itaatle kuşan… Hakk’a nefsi kurban et. Göreceksin ki, nice canlar o kokuyla, o güzel gönül kokusuyla dirilecek.

Gelin, nefsimizin dediğini değil, Rabbimiz’in bizden rızâsı istikâmetinde istediklerini yapalım. Neslimizi ve insanlığı ateşten koruyacak işler yapalım.

Ülkemizde ve dünyanın daha birçok yerlerinde -Kosova’da, Afrika’da, Pakistan’da…- et yiyemeyen aç insanlara kurbanlarımızı ve hizmetlerimizi götürelim.

O zaman İbrahimler yanmaktan İsmailler kurban olmaktan kurtulacak ve bizler de Rabbimizin rızâsını, Rasûlullâh’ın şefaatini kazanacak, dünyada ve ukbâda huzur içinde olacağız.

Ne mutlu nefsini hizmete adayıp Allah yolunda kurban edenlere…