Aynadan Yansımalar

H. Kübra ERGİN

hkubraergin@hotmail.com

Dışımı dürüstçe gösteren ayna gibi bir de içimi gösteren bir ayna olsaydı… Böyle bir ayna olsaydı, çekinmeden bakabilir miydim «gözlerimin içine…»

Korkularımı, zayıflıklarımı, komplekslerimi sahte bir özgüvenle örttüğüm sosyal maskem düşse; içimdeki gerçek ben; sûretlense ve görünse…

Hiç kuşkusuz ben de ne zaman dışımdaki kargaşadan sıyrılıp içime yönelsem; «gammaz can aynamda» görüyorum gerçek yansımamı. Çünkü kendimi kendimden gizleyecek maske icat edilmedi daha…

Muhtaçlığımı, çaresizliğimi, fânîliğimi…

Aczimi, yalnızlığımı, bilgisizliğimi…

Sahip olduğum birkaç şeyi de her geçen gün kaybetmekte olduğumu… geçen her günün; gençliğimi, kudretimi, hattâ hayallerimi alıp götürdüğünü… ve benim buna karşın hiçbir şey yapamayışımı…

Bir zaman korktum kendimi gönül aynasında seyretmekten… İşte hep bunun içindi; gereksiz kalabalıklara dalmam. Kendimle baş başa kalmaktan kaçtım…

Kendimi çok da gerekli olmayan koşuşturmalara vurdum, sahte alâkalarda harcadım ömrümü… Böylece tükenişimi artırdım, can özümü savurdum boşluğa…

Ne zaman ki;

“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değil isen, Hakk’ın huzuruna yokluk götür.

Varlık, ancak yoklukta görünebilir. Zenginlerin zenginliği, ancak yoksullara yaptıkları cömertlikle belli olur.

Her nerede yokluk, eksiklik bulunursa, orası bütün sanatların, hünerlerin aynası olur. Zayıf, hasta bulunmazsa hekimlik sanatının güzelliği nasıl olur da kendini gösterir.

Noksanlar, kemal vasfının; olgunluğun aynasıdır. Horluk da üstünlüğün, büyüklüğün aynasıdır.

Çünkü, zıttı meydana çıkaran, onun zıttı olan şeydir. Balın tatlılığı, sirkenin ekşiliği ile belli olur.”1 diyen bir ses işittim; o zaman barıştım kendimle.

Artık gönül aynamda yoksunluklarımla karşılaş mak korkutmuyor beni. Çünkü içimdeki solgun, ürkek ve zavallı «ben»imin bir yokluk aynası olduğunu öğrenmeye başladım…

Ne güzel; meğerse benim muhtaçlığım, O’nun cömertliğini istemem içinmiş. Korkularım; O’na sığınmam; dertlerim, derman için O’nun kapısına yönelmem içinmiş…

Ne mutlu bana ki, Semâvat ve Arz’ın Nûru bütün Cemâl sıfatlarıyla benim gibi bir damlada da parlamaya tenezzül etmiş!

Ne mutlu bana ki kendimi beğenmeyeyim, tam ve kusursuz zannedip avunmayayım diye gönlü kırık ve kusurlu eylemiş…

Kusurlarımla yüzleşmek, onları kabullenmek, bir zaman avuttu beni. Hatta melâmî meşrebe bir yatkınlığım da varmış demek ki; böyle kusuru itiraf etmeyi, alçakgönüllülük saymışım. Hattâ günah çıkarmış İsevî gibi; bir tüy misali hafifleyip, umursamazlığıma, kendimi koyvermişliğime haklılık kazandırmışım…

Hâlbuki bu şekilde hidayet nimetine nankörlük ettiğimi, O’na lâyık olma fırsatını kaçırdığımı hiç anlamamışım…

Ben yüzsüzlüğü alçakgönüllülük zannedermişim, asıl alçakgönüllülüğün sırrına erişmediğimden…

Meğerse benim gibi tasasız aynalardan ancak böyle arsızlık meydana gelirmiş…

Arsız dilencinin payı nedir, eline üç kuruşluk bir sadaka sıkıştırıp savuşturulmak!

Meğerse o Güzel’in başköşeye koyup cemâlini seyrettiği aynalar varmış…

Onlar ki gönüllerini arıtıp iyice cilâlayınca, Can Yusuf ’una lâyık hâle gelmişler.

“Sana gönül nûru gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna getirip sunmayı lâyık gördüm.

Ey güneş gibi gökyüzünün nûru olan Yusuf, sana gönül nûrundan bir ayna getirdim ki, o aynaya baktıkça kendi güzel yüzünü göresin ve kendinde bulunan güzelliği görerek hayran olasın…” demişler.

O ki; cömertlik ve iyilik sahibi olsun da; beni kusurlarımla, yoksunluklarımla; acz içinde; çaresiz bıraksın; olur mu?

O’nun gibi yardımı, ihsanı bol olan, hiç beni eksikliğimle baş başa bırakır mı? Madem beni yardıma muhtaç yaratmış, elbet elimden tutup yürütecek, kendi kemaline lâyık bir hâle getirecek…

“Sarayın kapısından; «Ey ihtiyaç sahibi gel, içeri gir. Yoksul kişi nasıl cömertliğe, iyiliğe muhtaç ise, cömertlik de, iyilik de yoksul kişiye muhtaçtır. » diye bir ses geldi.

Güzeller, nasıl tozsuz, passız, parlak ayna ararlarsa, cömertlik de yoksulları, zayıfları öyle aramaktadır.

Güzellerin yüzleri ayna ile süslenir, güzelleşir. Ayna olmazsa güzellik meydana çıkmaz, iyiliğin, cömertliğin yüzü de yoksula bakmakla görülür.”

Ekmek kokusunun karnı aç olanı çektiği gibi; yokluk korkusu da beni Varlık Nûru’na çekti götürdü de, bildim yokluğun kıymetini…

Varlık daha en başından bir yokluk aynasıymış meğerse.

İster cilâlanmış gümüş, ister sırlı camdan yapılmış olsun, ya da durgun su misali; sadece iki şeffaf ortam arasındaki satıhtan ibaret olsun; bütün aynaların ortak noktası nedir? Renksizlik, sûretsizlik ve ışıksızlık değil mi? Boşluk ve hiçlik değil mi?

Onda yansıyan bütün hayallere bürünebilmek için, kendi rengini feda etmiştir ayna.

Benliksizlik rengine bürünmüştür de bu sayede her rengi yansıtabilmiştir.

Nasıl ki güneşin ışığı; «Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ her bir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misalî güneşi, onların kabiliyetine göre verir.»2 ise; Yaratıcı’nın; «Ol!» kelâmı da her bir zerredeki var oluş yeteneğini ortaya çıkarmıştır.

Âlem böyle çokluk içinde görünse de aslında, tüm renkler tek bir ışığın yansımalarıdır. Koskoca bir «Yok»lukta yansıyan «Bir»likten ibaret…

Ayna nedir? Karşısındaki sûreti yansıtan parlaklık değil mi?

Aynada yansıyan görüntü bir Asıl Varlığa izafî değil midir?

Tüm kâinat da yaratılmış ve her an tecellîlerle yaratılıyor olmakla; bir yansımadan ibaret değil mi?

“Şunu iyi bil ki, kâinatta var olan her şey, sevgilinin tecellîsinden ibarettir, O’nun yarattıklarıdır. O’nun kudretini, yaratma gücünü göstermektedir. Aslında âşık, bir perdedir. Var olan, diri olan ancak sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür. Var gibi görünen bir yoktur.”

Etrafımda gördüğüm her şey, bir düzene boyun eğmiş, enerji zerreciklerinden ibaret. Nasıl oluyor da dağılıp gitmeye, başıboş olmaya meyilli olan bu devâsâ ateş; beni ve âlemi ortaya çıkaracak şekilde tanecikleşiyor. Nasıl oluyor da benim için rengârenk bir gül bahçesi; «serin ve selâmet» oluyor?

Bu bensizlik rengine bürünmüş, yokluk aynasında her an yansıyan cemâl ve ikramdan başka nedir? ***

Eski zaman bilgeleri, göklerden yere kadar bütün âlemi; «Bir» olanın tecellîsi ve aksi saymışlar.

«Çoklukta dağılıp gitme» demişler; hepsinin aslı birdir. «O Biri bulmak istersen sen de ayna ol, yokluk rengine bürün ki; çokluk senin gönül aynanda birleşsin.»

“Eğer addan, harften öteye geçmek istersen, kendini kendinden çıkar, kendini tertemiz arıt, kendi nefsinden tamamıyla kurtul.

Kirli demir renginden kurtul da pırıl pırıl parlayan demir gibi ol, riyâzatla passız bir ayna hâlini al.”

Ama gönül aynası günlük meşgalelerle öyle dolu ki, pireyi deve kadar görüyor. Böyle olunca en küçük meseleler gönül aynasını örtüyor da, âlemi saramıyor.

Her gün içimizde bir vehim bulutu yükselip, gönül aynamızı örtüyor. Bizi geveze bir ahbap gibi, boş dedikodusuyla alıkoyuyor.

“Bu dünyanın dedikodusu, toz gibidir. Gönül aynasını örter. Sen aklını başına al da, bir zaman için susmayı huy edin.”

Oysa gönülde bütün âlemi ilimle kuşatacak akıl; sevgiyle kucaklayacak aşk; hâlinden anlayacak merhamet hissi var.

Nasıl ki koskoca bir saray avuç içi kadar aynaya sığarsa, insandaki gönül aynası da kâinatı yansıtabiliyor. Yeter ki her şeyi bir bütün olarak görebilecek kadar uzaklaşmak mümkün olsun. Yeter ki hiçbir şeyin çekim gücü bizi kendi eksenine çekip yutmasın…

Âlem aynasında yansıyan sûretlerin bizi avlayıp, kendi çevresindeki yörüngeye mahkûm etmesi, hep bizdeki tamahtandır. Ne zaman ki bu tamahı silip yok etmek mümkün olur, o zaman her şeyden özgürleşmek mümkün olur. Bizi; her şeyi olduğu gibi görecek seviyeye getirecek olan da bu özgürleşmedir.

“Gönül aynası; dünya sevgisi tozundan, nefsanî arzulardan temizlenir, pak ve saf bir hâle getirilirse, orada su ve toprak nakışlardan başka şeyler görürsün.

Gönül aynasında hem resmi, nakşı görürsün; hem de resmi ve nakşı yapanı; hem devlet, saadet yaygısı seyredersin; hem de onu yayanı ve döşeyeni.”

Ben de; “Niye arzu ettiğim her şey benden uzaklaşıyor?” diyordum. Meğerse arzularım noksanlıklarımdanmış. Ben noksanlarımı sahip olacağım şeylerle yamamaya çalışıyormuşum.

Oysa o noksanlıklar dünya metaını yama kabul etmezmiş. Hiç «sonsuzluk arzusu» gibi bir uçsuz bucaksız boşluk; geçici dünya malıyla, saltanatıyla dolar mı?

Hem ben bilmezmişim, noksanlık bana bir çağrıymış «olgunlaşma serüvenine» atlamam için. Ne de olsa,

“Kendi noksanını gören kişi, olgunlaşmaya doğru on at çatlatarak koşar.”

Beni mahrumiyet içinde bırakması, tortularımı temizleyip, cilâlamak içinmiş meğerse… Ama ben; câhilliğimden, yarama neşter vuran doktoruma kızarmışım…

“Her zahmete kızmada, öfkelenmede, her terbiyesize kin gütmedesin, Peki ama cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?” ***

Ben böyle arınmaya güç yetirebilecek miyim bilmiyorum. Azlığı feda edip yokluğu tercih edebilecek miyim?

İtiraf ediyorum kolay değil… Varlık sevgisi öyle cezbedici ki, az da olsa, fânî de olsa, eksik de olsa; feda etmek kolay değil.

Oysa bunu yapabilseydim, yoklukta çokluğu yansıtıp, çoklukta birliği bulacaktım. Her şeyden vazgeçebilseydim, âlemlerden çıkıp gidebilirdim. Sidre-i müntehâya varıp, gönül aynamda kâinatı bir ağaç gibi birlik içinde seyrederdim.

Hem yalnız kâinatı değil, onda tecellî eden Nûr’u da seyrederdim.

Belki hiçbir zaman oraya varamayacağım ama orada hepimizi temsil edeni sevmekten de geri kalmam ya…

O ki; «Kişi sevdiği ile beraberdir.» demiş, O’nunla beraber olmaktan da mahrum değilim ya…

1 Metindeki italik iktibaslar Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sindendir.
2 Bediüzzaman