Bir Kuru Kavga!

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

Siyaset; insanı ve insanların kurduğu teşkilât ve müesseseleri idare etmek, düzene koymak, çekip çevirmek sanatıdır.

Siyaset kelimesinin köklerine baktığımızda ehlîleştirmek, itaat altına almak mânâsında seyislikten istiare edilmiş olduğu yahut güve, küf anlamındaki «sûse»den alındığı bilgilerine ulaşıyoruz.

Her hâlükârda siyaset insanları yönetmektir. Seyis nasıl çeşitli tedbirlere başvurarak vahşî bir atı itaatkâr, faydalı bir hâle getirirse, zeki bir siyaset adamı meşrû yollar ile tebaasını idare eder, milletini ileri götürür.

Tarihte, başına geçtiği milletini yüksek ufuklara götüren Fatih gibi, Yavuz gibi liderler varken, suya götürürcesine ateşe vardıran Firavun ve Hitler gibi önderler de vardır.

Siyaset, liderin, hükümdarın bu yolda izlediği metoda, alacağı tedbirlere de denir. Bu tedbirler içinde ceza ve hassaten idam cezası çokça yer almış olmalıdır ki siyaset kelimesi zamanla ölüm cezası mânâsını da alacak şekilde anlam genişlemesine uğramıştır.

Ebu Cehl, Bû Leheb’e siyâsetli Muhammed
Mel’ûn laîn şeytana siyâsetli Muhammed

mısralarında Ahmed Yesevî Hazretleri’nin kastettiği siyaset budur.

Hazret-i Süleyman, kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak bir hükümdarlık için dua etmiş bir hükümdar-peygamberdir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hazret-i Süleyman’ın, ordusunu teftiş ederken Hüdhüd’ü göremeyince, hakikî bir mazereti yoksa onu hapis veya ölümle cezalandıracağını ifade etmesi anlatılır. Riyaset ehlinin, böyle cezalandırma mânâsındaki siyasete hak sahibi olması lüzumludur. Zira;

Dedim uşşâka cevr etme, dedi ol hûblar şâhı:
Siyâset olmayınca aşk mülkünde nizâm olmaz (Fuzûlî)

Uşşâk: Âşıklar. Cevr: Zulüm. Hûb: Güzel.

Fakat mülkte nizam olacak diye siyasetçilere bir takım geniş yetkiler, hattâ ölüme varan cezalandırma salâhiyeti verilmişse de, ondan da cemiyetin hayrını, maslahatını gözetmesi beklenmiştir. Nitekim yine ilâhî kelâmda yer alan Hazret-i Süleyman ile karınca arasında geçen konuşma, edebiyata mühim bir mazmun olarak geçmiş, mahlûkatın en zayıflarından karıncanın, bir cihan hâkimi karşısındaki hâli ve aradaki uçuruma rağmen, Süleyman’ın ona kulak vermesi bir ibret olarak kayda geçmiştir. Îmanı gereği herkes bilir ki:

Yarın Hakk’ın dîvanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca!

Böyle inanan insan da başa geçmeye çok hevesli olmaz. Zira onun vebali büyüktür. Fakat insan tabiatında makam sevgisi de vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buna işaret ederek, manzum tercüme etmeye çalıştığımız hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:

Çokça hırslandığınız nesne riyâset olacak.
Başa geçmek, görev almak ve siyâset olacak.
Biliniz hakkı verilmezse o nîmet yârın,
Rûz-i mahşerde tahassür ve nedâmet olacak!
Pek güzel olsa da dünyâ o siyâsîler için,
Âhiret yurdu rezâlet ve felâket olacak!

(Buhârî, Ahkâm 7; Nesâî, Bey’at 39)

Gelibolulu Mustafa Âlî bir gazelinde sevdiğinden bahsederken bakın şahların hem siyasetine hem riâyetine nasıl göndermede bulunuyor:

Ne câna merhamet eyler, ne gönlümü gözedür,
Aceb ne şehdir o meh kuluna riâyeti yok
Görünce çâh-ı zenahdânını güm oldu gönül,
Bırakdı hapsine şâhın velî siyâseti yok

“Ne canıma acır, ne gönlümü gözetir, o sevgili nasıl bir hükümdardır ki tebaasıyla hiç ilgilenmez! Gönül, onun çenesindeki çukuru görünce kayboldu. Sultanın hapsine düştü fakat ölüm cezasından kurtuldu.”

Yunus Emre ise, âhiretteki hesap ve azabı, siyaset kurulması olarak ifade eder:

Yarın siyâset kurula, cümle halâyık dirile
Kimi emir savan birle kimi isiden yanışacak

Halâyık: Yaratılmışlar. Birle: İle. İsi: Isı, hararet.

Gök perdelerin açalar, eyü yavuzdan seçeler,
Ol dem kancaru kaçalar, baş kurtarası yer gerek!

Eyü: İyi. Yavuz: Kötü. Kancaru: Nereye.

Çerge kurup oturalar, sermâyemiz getireler,
Ol siyâset meydânında bu tertipleri bil gerek!

Çerge: Çadır

O siyaset meydanında helâk olmaktan kurtulmak için, insan bu dünyada dört hâl içinde siyaset çekmelidir:

Bu «şerîat» güç olur, «tarikat» yokuş olur
«Marifet» sarplık durur, «hakikat»dir yücesi

Dervişin dört yanında dört ulu kapı gerek
Kancaru bakar ise gündüz ola gecesi

Ona eren dervişe iki cihan keşf olur
Onun sıfatın öğer ol hocalar hocası

Dört hâl içinde derviş gerek siyâset çeke,
Menzile ermez kalır yol eri yuvacası

Kancaru: Nereye. Yuvacası: Evinde, evinde dururken.

Yunus Emre’nin gösterdiği menzile varmak için insana nefis bineği verilmiştir. O binekle sağ-salim menzile varmak için, önce o bineğin seyisi olmak, yani kendi benliğinin kötülüklerine karşı meşru bir siyaset uygulamak zarurîdir.

Cemiyet plânında ise siyaset kelimesinin menşei hakkındaki bilgileri de hatırladığımızda, halk, varmak istediği bir hedefi olan asil bir at; hükümdarlar, onun insaflı, bilgili binicisi; siyaset de o hedefe varma usûlü olarak görülebilir. Hedefe sâlimen varmak için milleti yönlendireceklerin çok iyi bir teçhizatla donatılması gerekir. Bunun yolu da çok yönlü bir talim ve terbiyedir.

Aksi hâlde milletini, kendisini sırtında taşımaya mahkûm bir merkep yerine koyan, halkına ait nimetlere güve kesilen asalaklara döner siyasetçiler.

Siyasette muvaffakiyet temelde bir kabiliyet, hattâ eskilerin «sâhipkıran» sıfatıyla atıfta bulundukları gibi bir «talih» gerektirirse de, başarılı bir siyasetçi ancak iyi bir eğitim ile bilenir. Bir kılıcın madeninin iyi olması, sağlam bir işçiliğe olan ihtiyacını ortadan kaldırmaz.

Öteden beri siyaset erbabının vazgeçilmez bazı hususiyetlerinin varlığı dikkati çekmiştir. Dünden bugüne kalabalıkları etkilemekte en mühim unsurlardan olan hitabet sanatı siyasetçilerin vazgeçilmez vasıflarından olmuştur. Gerçi gaflarıyla alay konusu olan bir takım siyaset ehli de hasbelkader riyasete konmuşsa da, liderliğin yolu etkileyici bir konuşma kabiliyetinden geçer.

Arap siyaset dâhîlerini yetiştiren Kureyş kabilesi belki de bu sebeple çocuklarını dillerinin çözüldüğü çağlarında çöle, sâfî Arapçanın konuşulduğu kabilelere gönderirlerdi.

Osmanlı tarihini incelediğimizde siyaset erbabının yetiştirilmesinde sanata, güzel sanatların talimine ayrı bir önem verildiğini, devlet erkânının iktidara geçtikten sonra da bu alâkayı sürdürerek, hem bizzat sanatla iştigal ettiklerini, hem de sanatkârlarla sohbete ve onları himayeye ehemmiyet verdiklerini görüyoruz.

Paşadan, sultana; kapıkulundan, saray ehline siyaset dünyasının simâlarının aynı zamanda dîvan teşkil edecek kadar şiir, yeni makamlar ihdas edecek kadar mûsıkî sanatlarıyla hemhâl oldukları malûm.

Buna niçin ihtiyaç duyuluyordu?

Evvelâ devrin bütün ilim ve irfanını, sanat ve kültürünü almaları esastı. Piramidin zirvesindeki kişinin bîgâne kaldığı ve bîhaber olduğu şeylerle, tebaa hiç uğraşmaz diye düşünülürdü çünkü.

Mânevî yönden ise sanat ile meşguliyetin insanın duygularını inceltici tesirinden yararlanmak hedeflenmiş olmalıdır. Siyaset gibi ihtirasın doruk noktalara çıktığı bir mücadele yolunda güzel hislere rikkat kazandırmak elbette siyaset ehlinin olduğu gibi cemiyetin de menfaatinedir.

Elbette bu ihtimamın semeresi alındı.

Eline aldığı dünya haritasına bakarak; “Bu cihan iki hakana az, bir sultana çok!” diyen Yavuz Sultan Selim gibi kudretli bir padişah, tasavvufun kendisine kazandırdığı şuuru, şiir sanatıyla şöyle dile getiriyordu:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgā imiş
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.

Babası II. Bayezid Han ise Hakk’a niyazında:

Şeh oldur ki kulluğun etti senin
Kulun olmayan şeh gedâ yaraşır,

Şeh: Şah, hükümdar. Gedâ: Hizmetçi, kul.

diyerek o baş döndürücü makamların insana verebileceği kibir ve tekebbürden uzak durmayı başardığını manzum olarak kayda geçirmiştir.

Bu sözleri herhangi bir şairden değil, kıtalara hükmeden, nice canların, dudağından dökülecek bir fermana bağlı olduğu bir sultandan dinlediğimize dikkat çekelim.

Bugün siyaset eskisi kadar kan dökmüyor belki. Fakat o, felek misali bir değirmen taşıdır ki öğüttüğü insandır. Bir yanda hırsın, acımasız rekabetin, kıskançlığın, gururun diğer yanda hizmet aşkının, vatan sevgisinin harmanlandığı siyaset meydanlarında daha fazla edep, daha fazla rikkat-i kalp için, yarının siyasetçileri eskiden olduğu gibi sanat ve edebiyat ile meşguliyetlerini artırmalıdır.

Günümüz siyasetçisi, iktisat, hukuk, yabancı dil, diplomasi gibi meslekî yönünü güçlendirecek alanlarda tahsil gördüğü gibi, mâneviyatını güçlendirecek ilimlere de talip olmalıdır.

O zaman siyaset erbabımız daha dengeli, daha zevkli, daha ince, daha nahif, daha millî ve daha muvaffakiyetli olacaktır.