Kuşcağıza Bir Şey Oldu mu?

M. Fatih VARGELOĞLU

Ocak ayının soğuk ve yağmurlu günlerinden biriydi.

Üsküdar Salacak sahilinde kimsecikler yoktu. Martılar bile… Dalgaların sesi ise insanın yüreğini titretiyordu. Siyah paltolu genç bir delikanlıya gözü takıldı. Zavallı, Kız Kulesi’nin karşısında bir bankta donmuş bir vaziyette oturuyordu. O keskin soğukta ve rüzgârın insanın içine işlediği havada neden bekliyordu? Ona doğru yöneldi. Yaklaşınca tanıdı. Eski talebelerinden Necdet’ti. İçine kapanıktı. Şair gönüllüydü. Acaba bu soğukta niçin sevdalı bir hâl içinde dalgalara dalıp gitmişti? Üstelik o dalgaları oluşturan katrelerin içinde kaybolmuş gibiydi.

Yanına iyice yaklaştı. Boynu bükük, benzi soluktu. Belki de bir şeylere canı sıkılmıştı. Yüzünden mutsuz olduğu, birilerine kırgın olduğu, çözemediği problemleri ve içinden bir türlü çıkamadığı buhranlar olduğu anlaşılıyordu. Öyle ki yanına iyice yaklaştığı hâlde onu fark etmemişti. Yanına oturdu. Yumuşak bir sesle selâm verdi. Hocasını yanında gören Necdet toparlandı. Hocası merakla sordu:

–Hayrola Necdet? Derin bir sıkıntın olsa gerek. Üniversite sınavları mı? Ya da…

–Hayır hocam, hiçbiri değil.

–Peki ya ne? Neden bu soğukta oturmuş kara kara düşünüyorsun? Üşümüyor musun? Hava hayli keskin oysa…

–Evet hocam, hava çok soğuk ama içimde bir yangın var. O sönmezse hiçbir zaman üşümem.

Hocası şaşırdı:

–Şu rüzgârda bile sönmeyen, seni yakıp kavuran ateş de ne?

Necdet hemen cevap vermedi. Gözlerinden, kalbinin derinliklerinden ince ince damlalar süzülmeye başlamıştı. Dudaklarından sadece bir kelime döküldü:

–Özledim…

Hocası; «Kimi özledin?» diye soracaktı, fakat soramadı. Çünkü Necdet; «Özledim…» dedikten sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.

O durana kadar bekledi hocası. Necdet’in ağlaması geçince yine sormadı. Onun biraz rahatlayıp da kendi arzusuyla anlatmasını bekledi. Sadece sıcak gözlerle baktı. Bir müddet sonra Necdet, kendini toparladı. Hocasının sükûtundaki sualleri anlamıştı. Hafif bir sesle, zaman zaman iç çekerek konuştu:

–Hocam, o kadar çok görmek istiyorum ki… Göremezsem, bütün hayat benim için âdeta zulmetten ibaret olacak.

–Peki hiç göremeyecek misin? Gönlündeki gözlerinden bu kadar ırak mı?

–En büyük korkum da işte bu hocam. O’ndan ya mahrum kalırsam…

–Merak etme, seven kavuşur bir gün. Kavuşamayanlar var belki, ancak onlar da hiç olmazsa gönül âlemlerinde birbirlerine kavuşmuşlardır. Hele öbür tarafta mutlaka…

Necdet:

–Keşke, dedikten sonra devam etti:

–Hocam, keşke şu sırlar ve hikmetler dolu denizde bir katre de ben olsaydım. Akıp gitseydim dalga dalga… Okyanuslardan geçseydim… Binlerce yaratılmışın hikmetini gördükten sonra, hafifleseydim. İçimdeki uzaklıklar eriseydi. Bütün sıkletlerden buharlaşsaydım ve yükselseydim gökyüzüne doğru… Yükselirken görseydim yeryüzünü. Yerde yaşananlara göklerden baksaydım. O kadar değer verdiğimiz, uğruna neler neler feda ettiğimiz şeylerin aslında ne kadar küçük ve değersiz olduğunu tekrar tekrar hissetseydim.

O konuştukça hocasının merakı daha da arttı. Necdet ise söylediklerinin ve söyleyeceklerinin cazibesine dalmıştı:

–O zaman belki O’na iyice yaklaşabilir ve görebilirdim. Hasretim dinerdi.

Bu sözler hocasının zihnindeki merak düğümlerini çözmeye başladı. Hikmet Hoca, bu defa kendisi talebe imiş, talebesi de hocasıymış gibi sükûta bürünerek dinlemeye koyuldu. Necdet titrek sesle devam etti:

–Bezm-i Elest’teki sözü kuvvetlice hatırlasaydım ve deseydim ki: Tevbeler olsun hem de binlerce kez… O zaman belki görebilirdim.

Gökyüzünde yükselirken soğuk hava kütlesine geldiğimde yoğunlaşsaydım. Bu yoğunlukta Allah yolunda ilim elde etmeye çalışan âlim gibi Hakk’a karşı başı önünde ama zalimlere karşı şimşek duruşlu olsaydım. Bu hâl içinde bütün kirlerimden arınmış olarak yeryüzüne rahmet sıfatına erişmiş bir katre hâlinde dönseydim… Belki görebilirdim…

Hele katre hâlinde bir gül bahçesine düşseydim. O Güller Gülü’nün eşiğine varabilseydim, dikenlerin arasından çile çeke çeke geçmeye muvaffak olup O’na ulaşabilseydim… Belki görürdüm.

Necdet, derin bir nefes aldı. Sonra titrek sesiyle boyun büktü:

–Fakat öyle bir katre olamadım hocam. Olamadıkça da hasrette kaldım.

Yine iç çekti Necdet. Sonra sustu. Gözleri bir anda yolun karşısında duran bir martıya çevrilmişti. Hayvancağız yaralıydı. Yola doğru sıçrıyordu. Necdet:

–Aman hocam, kuşcağızı bir araba çiğneyebilir, der demez yerinden fırladı.

Hocası; «Aman Necdet!» demeye kalmadı, acı bir fren sesiyle irkildi. Çarpmanın etkisiyle Necdet, yardımına koştuğu yaralı kuşun yanına düşmüştü. Hocası yanına geldiğinde son nefesini verirken:

–Hocam, kuşcağıza bir şey oldu mu? diyordu.

Bu sual karşısında boğazı düğümlenen Hikmet Hoca, cevabını ertesi gün Necdet’in kabri başında vermeye çalışıyordu:

–Hayır Necdet, kuşcağıza bir şey olmadı. Eminim ki sen, şu an görmek istediğini göreceğin yere uçtun. O’nu görebilmek için şimdi dert ve ıstıraplar arasında kavrulma sırası bizde. O’nu görebilmek için toplumdaki yaralı gencecik kuşcağızların yardımına koşma sırası bizde…