Bayraklaşan Duygular…

M. Ali EŞMELİ seyri@yuzaki.com

Hızla koşuyordu.

Bastığı yerde ayağının altında tıkırtılar hissetti. Aldırmayıp geçecekti. Hızını kesmeden göz ucuyla baktı. Gördüğü an durdu. Asırlar öncesine ait bir çini parçasıydı bu. Kim bilir hangi sebilden, hangi caminin mihrabından sökülmüştü. Daha doğrusu çalınmıştı. Kim bilir nasıl maceralar yaşamıştı? En sonunda belki de onu aralarında paylaşamayanların boğuşması esnasında böyle yol ortasına düşüp parçalanmıştı. Üzerinden onlarca araba geçmişti. Yüzlerce ayak çiğnemişti.

Hâlbuki…

Hâlbuki o, ait olduğu mabede veya sebile ruh vermesi, güzellik ve zarafet katması için üretilmişti. Yol kenarında ayaklara çarpıp takırdaması için değil…

Koşan adam, yere eğildi. Neredeyse un-ufak olmuş çini parçalarını eline aldı. Elleri titredi. Bakışları bulutlandı. Acaba bu kırıntılar? Dün ne paha biçilemez güzellik ve zarafete sahipti bu kırıntılar?

İç çekti.

Elindeki her parça bir şeyler söylüyor gibiydi.

Her biri kim bilir neler anlatıyordu? Onları bu hâle getirenler, bu medeniyetin insanı sayılan kör gafiller miydi yoksa dış dünyaya mensup kem gözlü düşmanlar mıydı? Belki de cevap, onların gözlere ve kulaklara ulaşmayan hâllerinde meçhuldü. Zaten gözler önündeki şu hâlleri de tamamen sırdan ibaretti. Kim bilir onların tarih dolu sînelerinde daha ne kadar sırlar gizliydi. En sessiz ve mahzun sırlar!.. Çözüp de anlayanın bağrını tıpkı o çinilerin şimdiki hâline döndürecek sırlar… Daha doğrusu acı gerçekler…

Asırlardır yaşanan acı gerçekler.

Ecdadımızın ardından üç kıtada hâlâ kanayan yaralar… Maddî ve mânevî talanlar… Yağmalar… Katliamlar… Feryatlar… Yıllardır Türkiye’nin başına örülmek istenen çoraplar… Başa çorap giyilir mi demeden…

Düşündü;

Bu çinilerin hâlini en güzel şekilde ilk okuması gereken gözler, önce mes’ul olan gözler. Kulede duran gözler.

Şuurlu, iyi gören ve uyanık olan gözler.

Anladı;

Derin bakışlar için o kırık çini, sadece basit bir çini değil. Mahiyet itibarıyla o çininin ait olduğu mabed, sebil. Sonra onu oluşturan medeniyet. Sonra millet. Sonra baştan başa bir vatan.

Bu bağlantılar içinde kavradı ki;

Bu çinideki kırmızı ile bayraktaki kırmızı, aslında damar damar bizi yaşatan aynı renk.

Dünden beri ecdat bunu kavratmak için nice muharebeler yapmış, nice eserler vermiş, nice kitaplar yazmış. Meselâ siyaset-nâmeler. Kendi hususî mevzuları yanında bir de bu mânâda erbabına apayrı bir basiret ve şuur vermek için kaleme alınmışlar.

Bu eserler güzelce okunup anlaşılsa, bilhassa bir mânâsıyla «mutluluk veren bilgi» diğer mânâsıyla «devlet yönetme bilgisi» demek olan Kutadgu Bilig gibi eserler çok iyi hazmedilse, günümüzün yığınla meselesi kökünden hâllolur. Dün ve bugün olduğu gibi, bu topraklar üzerinde, özellikle öz vasıflı medeniyet, milliyet, hürriyet, kültür ve inanç eksenli mânevî ve maddî iki koldan oynanan bütün kirli oyunlar, yarın da akim/başarısız kalır.

Zaten bu topraklar;

Bu şekilde bir şuurlu tesâhüple ayaktadır.

Bu tesâhüp neticesinde her daim yaşamakta olan şühedâsıyla ayaktadır.

Şühedâsıyla;

Dünden beri düşmanına, cesedinden kopmuş olan başını bile vermeyen şehidleriyle ayaktadır.

Son günlerde meydana gelen acı hâdiseler de bir defa daha gösterdi ki, verilen her şehid, bu millet ve bu topraklar için yeni bir diriliş ve canlanma demektir. Şiirin diliyle ifade edelim:

Bağda volkan estirip can yaktı alçaklar yine,
Yirmilik evlâd iken kavruldu zambaklar yine…

Anneler hicranda; «Eyvâh, ah ciğerpârem!» diye,
Damlacıklar tam kururken, taştı bardaklar yine…

Körpe, sağlam, kaç fidan devrildi kökten boş yere,
Doldu derken, çok yazık, boş kaldı kundaklar yine…

Fazla artış var çürük nabzında dünyânın bugün,
Bir kıyâmet kopmasın hızlandı tik-taklar yine…

Durmadan yollarda artık patlıyor bin bir mayın,
Düz gidişler bitti, baş döndürdü zik-zaklar yine…

Hâl bu, lâkin çok şükür, ey yurda düşman serseri,
Uykudan kurtuldu herkes, coştu bayraklar yine!

Şahlanır artık küheylan, öyle bir kükrer ki hem,
Savrulur derhâl önünden eski vakvaklar yine…

En zayıf hüdhüd dahî kurbân eder cellâdını,
Bir sinekten kahrolur meydanda çaylaklar yine…

Söyle Seyrî, taşsa serhatten bu halk Allah deyip,
Biz kimiz, idrâk ederler dünkü ahmaklar yine…

[Seyrî]

İşte bu yüksek ruh ile ve îmanla oluşturulan serhatlerimiz, hiçbir zaman aşılamamıştır. O serhatlerde şehitlik şerbetini içen yiğitler de asla ölmemiş, bilâkis vatanın ölümsüz bekçileri hâline gelmiştir.

Böyle olduğu müddetçe de, gün, elbette yine doğudan doğacaktır. Ye’sin en büyük düşmanı olan M. Âkif buna işaretle daima umutludur:

Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,
Şark’ın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.

Hiç bunca şehîdin yatarak gövdesi yerde,
Deryâ gibi kan sîne-i hilkatte tüter de,

Yakmaz mı bu tûfan, bu duman, gitgide Arş’ı?
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet buna karşı?

Elbette gönülleri de gökleri de yakan dumanlara karşı ne lücce-i rahmet (ilâhî rahmet deryası) hissiz kalır, ne de ciğerparelerini feda eden milletin kalbi.

Ve yukarıdaki şiirlerde ifade edildiği gibi;

Milletin;

Ona şahsiyet ve kimlik kazandıran öz medeniyeti, kültürü, irfanı, iradesi, vakarı, vatanperverliği tezahür eder. Cihangirliği canlanır.

Kısacası bu halkın bütün yüksek duyguları bayraklaşır…

Çünkü onun bu hususta ezelî bir şuuru vardır. Yüksek duyguları olmadan bu millet asla yaşayamaz. Yiğidinden, bu ruhla bayrağını dalgalandırmasını ister:

Can değildir milletin kalbinde kandır bayrağı,
Ey yiğit, kansız yaşanmaz; dalgalandır bayrağı!..

[Seyrî]