Sözüm Var!

Mehmet Fatih VARGELOĞLU

Sabah hava yağmurluydu…

Caddeler, sokaklar ve yollar, yağan rahmetin bereketli kollarına kendilerini bırakmışlardı. Sonbaharın kuru yaprakları üzerindeki damlalar sanki onlara yeni bir hayat sunarcasına ağaçlara ayrı bir güzellik katıyordu.

Arabası olmadığı için yürüyerek okula gidiyordu. Eviyle okulu arasındaki yarım saatlik mesafeyi hep muhasebe ederek değerlendirirdi. Yağmurun sonbaharda bile ağaçlara hayat vermesi onu derinden düşündürdü. Acaba ben nasıl yağmur gibi bereketli olabilirim? Öğrencilerime nasıl rahmet elimi uzatabilirim? Üstelik ben onların ilkbaharındayım. Bu yeni filizlerin dalları kırılmadan, boyunları bükülmeden onlara nasıl faydalı olabilirim?

Öğleden sonra güneş güler yüzüyle etrafa ışık saçarken aklına harika bir fikir geldi. Öğrencilerini daha iyi tanıyabilmek ve yönlendirebilmek için onların sınıf dışı ortamlarını daha yakından görmesi gerektiğini düşündü.

Ev ziyaretlerine karar verdi.

Kırk beş tane öğrencisi vardı. Onları sıraya koydu. Sıralamada öğrencilerin psikolojik durumları, ailelerin maddî durumu, anne-babanın ayrı veya beraber olmaları, öksüzlük ve yetimlik gibi hususları dikkate aldı.

Ziyaretlere başladı.

Sıra sınıfın en sakin öğrencisi olan Şevket’e geliyordu. Şevket vakur ve gururlu bir öğrenciydi. Tertemiz giyinirdi. Hâli-vakti düzgün görünüyordu. Sorulmadan pek bir şey söylemezdi. Kendini ve ailesini anlatmayı pek sevmezdi. Ketum olmanın esrarengizliği içinde asil bir kişiliğe sahipti.

Ziyaret sırası geldiğinde öğretmen sordu:

“–Şevket, bu hafta ziyaret sırasında sen varsın. Ailen hangi gün müsait olur acaba?”

Şevket, hâlini hiç bozmadan sükûnetle cevap verdi:

“–Özür dilerim hocam, bu hafta müsait değiller…”

Aradan bir hafta geçti:

“–Bu hafta?..”

“–Hocam, annem bir yere gidecek…”

Daha sonra yine aynı soru:

“–Bu hafta?..”

“–Hocam, babam müsait değil…”

…….

Şevket her hafta bir sebep gösteriyor ve öğretmenine; «Buyurun.» demiyordu. Öğretmen de bu durum karşısında bir yandan; «Acaba özel bir durumları mı var?» diye gitmekten vazgeçecek oluyor, bir yandan da; «Ya söyleyemediği bir sıkıntıları, bir dertleri varsa! Bu durumda mutlaka ilgilenmek gerek…» diye düşünüyordu. Yine de öğrenci sıkılmasın diye bir daha sormadı.

Aradan iki-üç ay geçmişti. Şevket, sıkıla sıkıla öğretmenin yanına geldi:

“–Hocam, biraz geç oldu. Özür dilerim. Bu Cumartesi müsaitseniz bekliyoruz.”

Öğretmen gönlünü aldı:

“–Özre gerek yok Şevket. Müsaitim, matematik öğretmeninle beraber geliriz.”

Ziyaret günü gelince öğretmen, matematik öğretmeni ile birlikte Şevketlerin mahallesine gitti. Verilen adrese göre sokağı buldular. Fakat Şevket’in oturduğu evin numarasını bir türlü bulamıyorlardı.

Sokak sakinleri: «Bu numara burada.» diyorlardı. Ancak ortada ev yoktu. Şevket’i ve ailesini tanıyan birine de rastlamadılar. Çaresiz bir şekilde dönmeye karar verdiler. Tam o esnada sokakta oyun oynayan bir çocuk:

“–Ben onların nerede olduğunu biliyorum. Sizi oraya götüreyim mi?” dedi.

Onlar da sevinç içinde:

“–Çok seviniriz!” dediler.

Çocuk önde, öğretmenler arkada Şevket’in evine geldiler.

Ancak?

Burası bir ev değildi.

Derme-çatma basit bir barakaydı. Çatının kiremitlerinin çoğu kırık, kapı numarası pervazın altında bir yerde… Tek pencere vardı ve pencerenin genişliği ile yüksekliği yarımşar metreyi geçmiyordu. Kapı dört tahtanın yan yana çakılmasıyla yapılmıştı. Tahtaların arasında bir parmak boşluk vardı. Soğuk girmesin diye kapının arkasına boş kömür torbaları sıkıştırılmıştı. Böyle bir kapıda zil olur muydu? Yoktu tabiî ki.

Öğretmen kapıyı eliyle hafifçe tıklattı. İçinden; «Acaba burayı tarif eden çocuk bizimle dalga mı geçti? O pırıl pırıl giyinen Şevket burada mı yaşıyor?» diye düşünürken kapı yavaşça açıldı. Kapıyı açan Şevket’ti. Gözleri ışıl ışıldı. Mütebessim bir çehreyle ve biraz da telâşlı bir şekilde içeri buyur etti:

“–Hoş geldiniz hocam. Buyurun hocam!”

İçeri girerken eğilmek zorunda kaldılar. İçeride de aynı şekilde. Çünkü tavan yüksekliği aşağı yukarı 165 santimetre idi. Bu barakada bir oda bir de 3 metrekarelik hem mutfak hem de banyo olarak kullanılan küçük bir yer vardı. Odada sadece iki tane tahta sedir bulunuyordu. Üzerine rahatça uzanıp yatabilmek mümkün görünmüyordu. Hani dört kişi otursa sığmazdı. Yerde ise eski bir kilim göze çarpıyordu. Her taraf isten siyahlamıştı. Pencere küçük olduğu için ışık az geliyordu.

İçeride Şevket’in annesi ve kız kardeşi de çekine çekine onlara:

“Hoş geldiniz!” dediler.

Öğretmenler şaşkın bir vaziyetteydi. Bu şaşkınlıklarını fark ettirmeseler de zeki bir öğrenci olan Şevket, durumu tahmin ettiğinden yine özür diledi:

“–Hocam, sizi buraya kadar yorduk. Aslında daha güzel bir yerde misafir etmek isterdik, ama kusura bakmayın.”

Öğretmen:

“–Kusur olur mu hiç!” dedi ve tatlı bakışlarıyla Şevket’i rahatlattı.

Öğretmen, Şevket’i rahatlattı ancak öğrendikleri karşısında kalbine sancılar saplanmaya başladı. Şimdiye kadar bu bilgileri edinememiş olmasından son derece rahatsızlık duydu. Şahit olduğu aile manzarası yüreğini kanatmıştı. Meğer Şevket ne kadar bîçare ve zavallı bir öğrenci imiş. Annesi 250 liraya bir börekçide çalışıyormuş. Bir de bu barakaya 50 lira kira veriyorlarmış. Kalan 200 liraya Şevket ile kız kardeşinin eğitim masrafları ve evin geçimini sağlıyorlarmış. Bütün bunların yanında öğretmeni asıl şaşırtan nokta, Şevket’in de annesinin de hâllerinden hiç şikâyet etmemesiydi:

“Aç-açıkta değiliz, hamdolsun!” diyorlardı.

Sobanın üzerinde yapılan kek ve çay ikram edildiğinde öğretmen hâlâ derin düşünceler içindeydi. İkram edilenlere baktı. Yine şaşırdı; tabaklar, bardaklar, kaşıklar tertemizdi. Dikkat etti; bu boğuk barakanın içi tertemizdi.

Dehşet verici bir yokluğun içindeki bu bereket, öğretmeni şaşırtmaya devam ediyordu. Şevketlerin bunu nasıl başardıklarına hayret ediyordu. Çünkü Şevket, okul aidatını da ilk getirip teslim eden öğrenciydi. Bu yüzden şimdiye kadar onun fakr u zarûretinden haberdar olamamıştı.

Öğretmen bir ara denk getirip Şevket’e onu utandırmayacak bir üslûp ve babacan bir tavır içerisinde sessizce sordu:

“–Niçin bana durumunuzdan hiç bahsetmedin?”

Aldığı cevap derindi:

“–Anneme sözüm var hocam!”

Öğretmen, «bu nasıl bir söz?» diye sormadı artık. Soracaklarının hepsi cevabın içindeydi.

Ziyaret bitince müsaade aldılar.

Dışarıda yağmur yağıyordu. Çisil çisil. Öğretmenin içinde de yağmur vardı. Gözleri de oldukça bulutluydu. Düşünüyordu:

“İnsan burada nasıl yaşar? İmkânın olmayınca yaşarsın ancak, bunların gösterdiği teslimiyeti gösterip başı dik durabilir misin? Her şeye rağmen tebessüm edebilir misin?”

Aynı duygular içindeki matematik öğretmeni de derinden gelen bir sesle:

“Bundan sonra, hâlimden hiç şikâyet etmeyeceğim. Bugün Allâh’a karşı ne kadar nankör olduğumun farkına vardım. Bugün bu delikanlı bana hayatımın dersini verdi.” diyordu.

Düşündüler:

Şevket’le aynı sınıfta ehliyete yaşı tutmasa da okula arabayla gelen bir arkadaşı vardı. Hâlinden şikâyet eden, arabasının modelini beğenmeyen, ikamet ettikleri mahalleyi aşağılayan çocuklar vardı… Cebinde 50 liradan az harçlığı olduğunda; «Bugün sefilim!» diyen vardı. Okulun 20 liralık aidatını vermekten kaçınan; «Zenginler ve enayiler versin!» diyen şımarıklar vardı…

Bir de Şevket vardı…

Bu duygular içinde otobüs durağına yöneldiler.

Dertli idiler.

Onların bu derin hüznü, ancak yıllar sonra aynı durakta rastladıkları Şevket’in yine aynı güler yüzle;

“–Hocam, sayenizde anneme verdiğim sözü yerinde getirdim…” dediğinde sevince dönüştü…

Yine yağmur yağıyordu. Çiçeklerin gülmesi için bu yağmur hep gerekliydi.