Bir İleri İki Geri

Hadi ÖNAL

Hedefleri ve amacı güzel anlamlı ve anlatımlı cümlelerin ötesinde hayata geçirilmemiş sürekli depremlerin, tsunamilerin yaşandığı oynak bir zemindedir Türkiye’de eğitim-öğretim. Meçhullerin beyinlerde oluşturduğu kocaman soru işaretlerinin bulanıklığında bir hengâmedir sürer gider. Gönül isterdi ki iki binli yılların bu ilk adımlarında insanlarımız geleceğe yönelik emin olma duygularını yoğun bir biçimde yaşasınlar, gönüllerinde filizlenen umutlarına gözlerindeki heyecanlar yol göstersin; ama nerede?

Millî varlığımızın hamuru, millî kültürümüzün anahtarı, kalkınmanın, refahın ve huzurun temel taşı olan eğitim; ne yazık ki yılların aymazlığına, vurdumduymazlığına kurban edildi, edilmeye de devam ediliyor. Oysa eğitim ve öğretimin şakası yoktur. Geriye dönüşü mümkün değildir. Siyasî birtakım tercihler, günübirlik politikalar, adam sendeciliklerle günü kurtarma endişeleri, yanlışlıklar zincirine yenilerini eklemekten öteye eğitim ve öğretime hiçbir şey kazandırmaz.

1739 sayılı Temel Eğitim Kanunu, Türk millî eğitiminin genel amaçlarını hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Kanunun 3’üncü maddesi: “Türk milletinin bütün fertlerinin ilgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak sûretiyle hayata hazırlamak ve onların kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak; böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan millî birlik ve bütünlük içinde iktisadî, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı seçkin ortağı yapmaktır.” der.

Şimdi ilgililere, yetkililere, bu ülkeyi yönetenlere sormak gerekir: Biz, bu kanunun neresindeyiz? Çocuklarımızı, zekâ ve becerilerine göre yönlendirerek hayata hazırlayabiliyor muyuz? Ebeveynler çocuklarının geleceklerinden eminler mi? Çocuklarımız yarınlarına umutla bakabiliyorlar mı? Bu eğitim sistemi ile ne yapılmak isteniyor; nereye varılmak isteniyor? Soruları daha da uzatabiliriz.

Türk millî eğitim sisteminin köklü reformlara ivedilikle ve şiddetle ihtiyacı var. Bu konunun sathî birtakım kararlarla, göz boyamak için düzenlenen «eğitim şûrâları» ile geçiştirilemeyeceğini artık görmemiz gerekir. Devlet ve onun ilgili kurumları günümüz dünyasına ve ülke gerçeklerine cevap verebilecek yeni bir eğitim politikası geliştirmek zorundadır. Unutulmamalıdır ki eği-
timin faturası çok ağırdır ne ihmale ne de savsaklamaya gelir. Eğitim öyle bir silâhtır ki iyi kullanılmazsa kendi varlığına yönelir. Belki bu söylenenleri abartılı bulanlar olacaktır; ama tarih bu gerçeği göremeyen milletlerin mezar taşları ile doludur.

Şimdi de konuyu biraz somut birtakım bilgilerin ışığında inceleyelim:

Yüksek öğrenime giriş için merkezî imtihan sisteminin başlatıldığı 1965 yılında sınava katılan öğrenci sayısı 33.733 kişi idi. Bu sayı yıllar itibarı ile ikiye üçe katlandı.1985 yılında beş yüz bini buldu. 1990 yılında üniversitelere başvuran aday sayısı dokuz yüz bin idi. 1990 yılında gençlerimizin ancak 196.253’ünü üniversitelere yerleştirebildik. İki binli yıllarda bu sayı katlanarak devam ediyor. Elbette ki 1965 yılından günümüze uzayan zaman çizgisinde mevcut üniversitelerimize yenileri eklendi. Var olanlar yeni fakültelerle genişletildi. Çağın gereklerine cevap verebilecek elemanlar yetiştirilmesi yönünde büyük atılımlar gerçekleştirildi. Ama temeldeki sistem çarpıklığı yapılanları hep gölgeledi.

Bakın, bu yıl iki milyona yakın gencimiz büyüklerinin kendileri için biçtikleri dar ağızlı içerisi gibi ilerisi de karanlık olan «kader torbaları»na ellerini uzattı. Ömürlerinin kalan bütün zamanlarını; hayallerini, geleceklerini üç saate sığdırıp şans kapılarını zorladı. Pek çok gencimizin karanlığa kulaç atmaktansa umutlarını başka bahara sakladığı bu bilinmezler denizinde ancak yüz elli bin gencimiz lisans öğrenimi yapmaya hak kazanacak, bir o kadar öğrencimiz de iki yıllık yüksek okulların kapılarını aralayarak bu okullarda okuma hakkını veya şansını yakalayabilecekler. Ya geriye kalan bir milyon yedi yüz bin genç?

Eğer bir sistem, yarınları teslim alacak insanların pek çoğunu hayatında hiçbir zaman kullanamayacağı birtakım bilgilerle donatıyor, dolduruyor sonra da; “Sen şansını kullandın. Bak bin bir itina ile hazırladığımız ve tarafsız bir biçimde uyguladığımız bu -üç saatlik- hayat imtihanını kazanamadın haydi sokağa!” diyorsa orada durmak, düşünmek; ama çok düşünmek gerekir.

İki binli yılları adımlarken eğitim ve öğretim yelpazesi iyice daraltılmış bu sistemle Türk milletini çağdaş uygarlığın seçkin üyesi yapmak elbette mümkün değildir. Eğitimin amacı ülke ihtiyacına göre beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve nitelikli insan yetiştirmek değil midir? O hâlde biz ülkemizde uygulanan eğitimi bu çerçevede değerlendirmek durumundayız. Sonuç ortada… Üniversite kapısında bekleyen yüz binlerce öğrenci. Çözümsüz gibi görülen ve her geçen gün kangrenleşen, Türk insanını daha eğitim ve öğretiminin başında karamsarlığa sürükleyen bu hayatî ve temel derdin çaresi yok mu?

Elbette var.

Öncelikle kafamızı kumdan çıkarmalı etrafımıza bakmalıyız. Amerika, Japonya ve batı Avrupa ülkelerinin eğitim sistemlerini iyice incelemeli ve onların bugün ulaştıkları noktada uyguladıkları eğitim politikalarının yerini iyi tespit etmeliyiz. Millî eğitimimizi öncelikle siyasetin ve ekonominin aracı olmaktan kurtarmalı, eğitimimizin millî vasfını esas alarak iki binli yılların Türkiye’sinin hangi nitelikte ve hangi meslek dallarında insanlara ihtiyacı olduğunun tespitini ve plânlamasını yapmalıyız. Yapılacak bu plânlama çerçevesinde eğitim yelpazesi iyice açılarak seçenekler çoğaltılmalı, çocuklarımızın zekâ, ilgi ve yeteneklerini, görecekleri eğitimin ilk basamaklarında tespit etmeliyiz. Bu tespitlere paralel yönlendirmelerle ilk ve ortaöğretim kurumlarımızı yeniden düzenlemeliyiz. Öyle ki her Türk çocuğu zekâ, ilgi ve yetenekleri doğrultusunda şekillenebilsin. Böylece 1739 sayılı Temel Eğitim Kanunu’nun âmir hükümleri de hayata geçirilmiş olsun.

Bütün bunlar yapılırken bir yandan da müfredat programları taranmalı; kişinin hayatında kullanamayacağı gereksiz bilgiler atılmalıdır. İnsanımıza özgürce düşünebilme özelliğinin yanı sıra birçok şeyi yarım bilen değil; bir şeyi çok iyi bilen, dalında uzman bir kişilik ve kimlik kazandırılmalıdır. Eğitim ezbercilik ve şekilcilikten kurtarılmalı, mevcudu koruyan değil onu geliştiren üretken insan tipi hedeflenmelidir.

Hammaddesi insan, usta sanatkârı da öğretmen olan öğretmenlik mesleğine gereken önem verilmelidir. İhtisas ve sevgi mesleği olan öğretmenlik mesleği ileride iş bulma garantisi veren görüntüsünden uzaklaştırılarak istenilen, beğenilen, tercih edilen bir konuma getirilmelidir. Öncelikle de ikinci bir iş yaparak geçimini sağlamak zorunda bırakılan öğretmenlerin maddî problemleri giderilmeli, onlara toplumda saygınlık kazandırılmalıdır.

Eğer böyle bir ileri-iki geri devam edersek yarın çok geç olacaktır. İleriki yıllarda üniversitelerimizin kapılarına yığılacak ve her geçen yıl bir çığ gibi büyüyecek daha çok milyonların vebali; sadece şimdi karar merciinde olanların değil, üniversitedeki ilim adamından tutun da öğrenci velîsine, sade vatandaşa kadar herkesin olacaktır.