Sadık Amca’nın İftar Çıkını

Ayşe AKSU

(Birkaç yıl önce bu hâtırayı ağabeyimden dinlediğimde; «Bunu bir gün mutlaka yazmalıyım.» demiştim, anlatılanların paylaşıldıkça billûrlaşacağını ve böylece hâfızalara daha iyi nakşedileceğini düşünerek. O gün geldi, kalemim dillendi; ağabeyimin kulağımdan gitmeyen tatlı sesi eşliğinde, mazide kalan bir zarafet örneği yazıya geçti.)

Çocukluğumdaki Ramazanlardan kalan en değerli hâtıralardan biri de, minareye çıkıp, İstanbul manzaralarını temâşa ettikten sonra iftar ezanını okumamdır. Okuldan arta kalan vakitlerde zaten babam, bu ulvî vazifeye alışmam için bana sık sık ezan okuturdu. Fakat Ramazan’da iftar ezanını özellikle ya ben ya kardeşim okumalıydık. Bu sebeple mahalleden arkadaşlarımla oyuna daldığım akşam vakitlerinde gözüm sürekli kol saatimde olurdu. Delikanlılığa adım attığımız o günlerin coşkusu ve enerjisiyle Ağustos ayının kavurucu sıcaklarında tuttuğumuz oruçları hissetmezdik bile. Ezana on beş dakika kala oyundan ayrılırdım. Arkadaşlarım ve bazı komşu teyzeler; “Ali, ezanı biraz erken oku tamam mı? Biz sana uyar, erkenden serinleriz.” diye takılırlardı.

Bir iki sokak ilerideki camimize giderken ne kadar yorulmuş olduğumu anlasam da aklım yine oyunda kalırdı. Güzelce abdest aldıktan sonra kapıları açar, vaktin girişini takvimden bir daha kontrol ederdim. Ezana beş dakika kala minarenin ışıklarını yakardım. Minareye çıkınca saniyeleri geriye doğru dikkatlice saymaya başlardım: On üç, on iki, on bir.. ve işte o an! Ezana başlamam lâzım. Yüreğim gümbür gümbür atardı. Bu sahada yeni yetişen bir ortaokul talebesi olduğumdan, acemîliğime binaen bir başka hocaefendinin sesini beklerdim. Ne de olsa onlar büyüğümüzdü; daha dikkatli davranırlar diye düşünürdüm. “Sorumlulukların en ağırı, insanların ibadetlerine şüphe karıştırmadan imamlık vazifesini yerine getirmektir.” derdi babam. Nihayet Süleymaniye tekbiri alırdı:

Allâhu Ekber, Allâhu Ekber!..

Ben de başlayabilirdim artık. Henüz çocukluğunu üzerinden atamamış sesimle babamdan talim ettiğim makamda ezanı okurdum. Camiye girdiğimde babamı cübbesini giymiş, sarığını düzeltirken bulurdum. Dudakları kıpır kıpır olurdu. «Güzel okudun evlâdım, aferin!» der gibi bakardı bana. İki üç kişiden oluşan cemaatimizle namaza başlamadan evvel, bir gazete kâğıdına sarılmış zeytin, peynir ve ekmekten, kimi zaman da hurmadan oluşan iftariyeliklerle hep birlikte orucumuzu açardık. Sonra namazımızı eda eder, evimize yollanırdık. Acele ederdik, çünkü annem biz gelmeden evdekileri kesinlikle sofraya oturtmazdı.

Bir akşam babama, camide yediğimiz peyniri nereden aldığını sordum. O da bu ikramı kendisinin değil, cemaatten Sadık Amca’nın getirdiğini söyledi. Bunu hiç fark etmemiştim, iftariyelikleri babamın hazırladığını sanıyordum. Galiba babam da; «Bir elin verdiğini diğer el duymasın.» anlayışıyla bundan hiç bahsetmemişti. Sadık Amca’yı tanıyordum. Yetmiş yaşlarında, ak sakallı, ufak tefek, hafifçe kambur, mavi gözleri pırıl pırıl parlayan, güler yüzlü bir kimseydi. Genellikle açık renk kıyafetler giydiğini, bir de köstekli saat kullandığını hatırlıyorum.

Ne kadar büyük bir incelikti onun yaptığı! Minareden inen müezzinin, herkesin neşeyle çorbasını yudumladığı sırada namaz kıldırmak için iftarını erteleyen imamın ve dahası, eve yetişemeyeceğini düşünerek namazı kaçırmama telâşıyla camiye yolu düşenlerin hâlini idrak eden bu yürek, nasıl bir ortamda yetişmişti acaba? Bu şuur hangi irfan sofralarından beslenmişti? İçimde Sadık Amca’ya karşı hürmetim daha da artmıştı. Bayramlarda ziyaretine gitmeye, her gördüğümde elini öpmeye başlamıştım.

Liseye geçtiğim sene Sadık Amca’nın camiye gelmediğini fark ettim. Felç olmuştu, evinden çıkamıyordu. Bundan sonraki Ramazan aylarında ben ve kardeşim iftar ezanını okumayı hep sürdürdük. O gelemiyordu ama orucumuzu yine onun iftar çıkınıyla açıyorduk. Hasta yatağında bile vazifesini ihmal etmiyordu. Bu defa torunu Sadık Can ile gönderiyordu ikramını. Ezan vaktini beklerken görürdüm; on yaşlarındaki bu sarışın çocuk evden çıkar, yıldırım gibi yokuşu iner, camiye girerek cam kenarına paketi bırakır ve aynı hızla geri dönerdi. İki yıl daha geçti. Üniversiteye gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldım. Birkaç yıl sonra da Sadık Amca’nın vefat ettiğini öğrendim. Emekli olan babam da memleketimize yerleşmişti.

* * *

Yıllar sonra yine bir Ramazan günü eski camimize gittiğimde Sadık Amca’nın ve cemaatten dâr-ı bekāya irtihal eden diğer büyüklerimizin ruhlarına Fâtihalar gönderdim. Akşam namazı için özellikle gelmiştim buraya. Çocukluk hâtıralarımın beşiği olan bu mütevazı mahalle camii pek değişmemişti. Yalnızca fidanlar büyümüş, yanı başındaki mezarların sayısı artmıştı. İftar çıkınının pencere kenarındaki yeri ise boştu. Müezzin efendi ezanı okudu. Kimse oruç açma teşebbüsünde bulunmuyordu. Biraz da çekinerek, yanımda getirdiğim iftariyelikleri oradakilere ikram ettim. İmam efendi namazı kıldırmak üzere mihraba geçti. Namazdan sonra bahçede bir müddet oturdum. Namazın, gönlümüzü dolduran huzurunu katmerleştiren ağaçların altında eski günlere daldım.

Ne Sadık Amca vardı, ne küçük Sadık Can, ne de babam… Sadık Amca’nın yokuştaki evine baktım, geride kalanlar kim bilir hangi âlemdeydi? Kıymetli bir insan ile birlikte, kıymetli bir ikram da göçüp gitmişti dünyamızdan. Oruca, oruçluya, Ramazân’a bir başka gözle bakan, açın halinden anlayan ve elinde ne varsa paylaşmayı şiar edinen, en ince konularda dahî sevap kazanmak için âdeta yarışan bu güzel şahsiyetler sessizce ayrılıyorlardı bizden. Gönülleri genişti onların, rüyaları rengârenkti; orada herkese yer vardı. Ramazan demek birlikte olmak, birlikte doymak demekti; hâl ile konuşmak, göz ile nasihat etmekti. Bir yağmurdu o, fakat şemsiye açılmayan, ıslanmaktan korkulmayan, ruh kirlerinin yıkandığı, yüzlerin aklandığı bir bereketti. Tevbelerin ve duaların semayı nurlandırdığı, bedenden geçilip ruh iklimine doğru yelken açıldığı, bir gökkuşağı misali bayramın taçlandırdığı otuz günlük özel bir mevsimdi.

Dedelerimizin bıraktığı maddî miraslara sahip çıkıyorduk da, neden mânevî miraslarını haraç-mezat elden çıkarıyorduk? Neden bir başka örnekle, bir başka biçimde yola devam edemiyorduk? İzler mi bizi terk etmişti, yoksa izleri birileri siliyor muydu? Evlâtlarımıza bu yolda miras bırakacak neyimiz var acaba?.. sorularıyla irkildim. Yüreğim burkulmuştu…

Cep telefonum çalınca evdekiler aklıma geldi. Oğlumun; “Babacığım, seni çok bekledik iftara gelmedin, hani Sultanahmet Camii’ne gidecektik, unuttun mu?” demesiyle ferahladığımı hissettim. Belki eski Ramazanların mâneviyatını tam anlamıyla yaşayamıyorduk ama; «camiye gidelim» diyen bir çocuğun sesine sinen o heyecan, sanki bana geçmişten gelen bir iz taşıdığını söylemişti. Yarın akşam da iftar çadırına götürmeliydim çocuklarımı. İlk orucunu tutan kızıma bir hediye almalıydım. Ona öyle bir «seninle iftihar ediyorum kızım» demeliydim ki, başka hiçbir başarısı bundan daha kıymetli olmasındı. İçimdeki ferahlıkla birlikte yağmur başlamıştı.