Ramazan, Takvâ Mektebi; Bayram da Rûhânî Diploma…
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
Ramazân-ı şerif ibadetlerle zengin bir ay. Bütün ibadetlerin en yoğun mevsimi. Çünkü o, ecrini bizzat Cenâb-ı Hakk’ın vereceği bir;
ORUÇ MEVSİMİ…
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ey îman edenler! Sizden evvelkilere oruç farz olduğu gibi, oruç tutmak size de farz kılındı.” (Bakara, 128)
Oruç demek ki, bütün ehl-i îman için mecburî bir ibadettir. İnsan açlığı tadacak, şehvet vesâir nefsânî arzular köreltilecek ve ruh mesafe alacak.
Cenâb-ı Hak, «sizden öncekilere olduğu gibi» diyor. Oruç Benî İsrail dininde de vardı. Fakat İsrailoğulları, sonradan orucu yalnız aşûre gününe tahsis ettiler. Hıristiyanlıkta da vardı, Hıristiyanlar da zaman içinde perhize döndürdüler. Elhamdülillâh ki bizlerde, biz ümmet-i Muhammed’de bu ibadet büyük bir heyecanla îfâ ediliyor. Hâsılı daha evvelkilerden beri var olagelen;
ORUÇ; PEYGAMBERLERİN USÛLÜ…
Peygamberler, nübüvvetin rûhâniyetine oruçla hazırlan¬mışlardır.
Kemalin zirvesine ulaştıklarında bir süre insanlık âleminden uzaklaşmış ve kendilerinde melekî vasıflar tecellî edince kalpleri ve dimağları ilâhî vahyin menbaından feyizlen¬miştir.
Tûr-i Sîna Dağı’nın pek kıymetli peygamberi Hazret-i Musa -aleyhisselâm- Tevrat nâzil oluncaya kadar kırk gün kırk gece oruç, yani «savm-ı visal» tutmuştur.
Sair Dağı’nın mukaddes peygamberi Hazret-i İsa -aleyhisselâm- da, İncil’den ilk kelâmı duyuncaya kadar, kırk gün oruç tutmuştur.
Yûsuf -aleyhisselâm- Mısır’da hazine vezirliğini îfâ ederken, fakirlerin, gariplerin, açların hâlinden gafil kalmayayım diye midesini tam olarak doyurmamıştır.
Âişe validemiz buyurur:
“Rasûlullâh’ın aile efrâdı, Medine’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd 20)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zaman zaman da «Savm-ı Visal» tutardı. İftar etmeden birkaç gün peş peşe tutulan bu oruç, sadece Allah Rasûlü’ne mahsustu.
Efendimiz; “Oruç kalkandır.” (Nesâî; Sıyâm, 43) buyuruyor. Kalkan olması, nefsânî arzuları çökertmesi demektir. Çünkü;
ORUÇ RÛHÎ DİSİPLİNDİR…
Oruç, içimizdeki nefis canavarını zabt u rabt altına alan ve böylelikle insanın derûnundaki merhamet ve şefkat duygularının inkişâfını sağlayan rûhî bir disiplindir.
Oruç, aynı zamanda nefsimize karşı bir cihaddır. Çünkü nefse karşı verilen cihad en büyük cihaddır. Efendimiz Tebük Seferi’nden dönerken Medîne-i Münevvere’ye yaklaştılar. Meşakkatten, zorluktan sahâbenin derileri kemiklerine yapışmıştı. Bin kilometre gitmişler, bin kilometre dönmüşlerdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurdu. Sahâbî dedi ki:
“Yâ Rasûlâllah! Bundan daha büyük bir cihad mı var?” Efendimiz:
“Evet, şimdi nefis cihadı var.” buyurdu. (Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73; Keşfü’l-Hafâ, 1/511).
Nefse karşı yürütülen cihadda en mühim ibadet de hiç şüphesiz oruçtur. Bu şekilde oruç, kul için cehenneme karşı, cehenneme götürücü şehvet ateşlerine karşı bir kalkan vazifesi görmektedir. Yani oruç, bir bakıma bizi ateşten koruyan;
TAKVÂ KALKANI…
Cenâb-ı Hak orucu emrettiği âyet-i celîlenin nihayetinde; “Umulur ki, takvâ sahibi olursunuz.” (Bakara, 128) buyuruyor. Yani nefisleriniz oruç sayesinde aşırı duygulardan uzaklaşır, körelir. Rûhânî istidatlar inkişaf eder. Böylelikle; “Umulur ki, takvâya erersiniz.”
Oruç, demek ki, takvâya ermek ve nefsin şerrinden korunmak için emredilmiştir. Bu bakımdan Ramazân-ı şerif, helâlleri dahî riyâzat hâlinde kullandı¬rarak bize şüphelilerden ve haramlardan uzaklaşmayı talim eden mânevî bir eğitim ayıdır.
O hâlde bu Ramazân-ı şerifte kendimizi muhasebe edelim:
Helâlleri ne kadar riyâzat hâlinde kullanıyoruz? Şüphelilerden, dahası haramlardan ne kadar kaçıyoruz? Ticarî hayat, içtimaî hayat, kul hakkı vesâireye ne şekilde dikkat ediyoruz?
Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ- pek mânidar bir şekilde der ki:
“Namaz kılmaktan yay gibi olsanız, oruç tutmaktan da çivi gibi kalsanız, haramları terk etmedikçe Allah ibadetlerinizi kabul etmez.” Yani ibadetin fazileti gider, diyor. Dolayısıyla yiyeceğimizin helâl olmasına, yani kazancımıza dikkat etmek, çok mühim.
Buna dikkat edilerek tutulan Ramazan orucu, o kadar büyük bir ihsan ki, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ramazan orucunun ecrini bilseniz, bütün senenin Ramazan olmasını arzu edersiniz.” (Taberânî, el-Kebîr, 22/389) buyuruyor.
Bunun için âyette seferde olanlar, meşakkatte olanlar, hastalar ve mazeretliler oruçtan muaf tutulurken, her şeye rağmen eğer güç yetecekse; “…oruç tutmanız sizin için elbette daha hayırlıdır.” (Bakara, 129) buyuruluyor. Yani seferde de olsanız, oruç bir nimet, bir ikram. Çünkü;
ORUÇ, İLÂHÎ BİR TALİM…
Oruç, hayat mücadelesinde zarurî olan «sabır, hâle rızâ, irade, azim, sebat ve nefsânî arzulardan uzaklaşma» gibi hâllerin talimi ile ahlâkî durumumuzu kemale erdirir.
Oruç, nimetlerin kadrini bildiren, şükran hisleri uyandıran, yoksulların ve çaresizlerin hâlinden anlama şuuru kazandıran, nefsânî arzu ve temâyülleri bertaraf eden, maddenin esaretinden kurtarıp «sabır» denilen en yüksek ahlâkî meziyete eriştiren bir ibadettir.
Bu itibarla orucun Hak katında makbul olması için midenin açlığına ilâveten dil, göz, kulak gibi diğer uzuvlara da oruç tutturulma¬lıdır.
Oruçlu iken ağza bir şey girmemesine dikkat edildiği gibi, ağızdan çıkan her kelimeye de dikkat edilmelidir. Lisanımız kalplere saplanan bir diken değil rahmet dili olmalıdır. Gıybet sebebiyle de mânen insan eti yiyerek haramla iftar edilmemelidir. (bkz. el-Hucurât, 12)
Oruç, mazlumların ve muhtaçların; «Acıyın bize!» diye yükselen sessiz feryatlarının en güzel tercümanıdır. Eğer merha¬met ve şefkatimizi bütün fânî sevdaların üzerine yükseltemez isek kendimize yazık etmiş oluruz. Nitekim hadîs-i şerifte buyurulur:
“Sizler yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16)
Bilhassa Ramazan, bambaşka bir merhamet mevsimidir. O, bize acıyabilmeyi telkin ediyor. Bu açıdan diyebiliriz ki Ramazan;
BİR ACIYABİLME AŞISI…
Acıyabilmek. Bu da Allah’ın büyük bir lütfu.
Zira acımak merhametin mahsûlü. Acıyan cömerttir. Acıyan mütevazıdır. Acıyan hizmet ehlidir, acıyan vicdan sahibidir.
İnfak; nafak kökünden gelir. Nafak tünel demektir. İnfak; kulu, Cenâb-ı Hakk’a ulaştıran bir tünel…
BİR RAHMET TÜNELİ…
İnfak, Allah için vermek. Kişinin mesleği neyse, hangi mala, hangi imkânlara sahipse, onlardan Allah için infak etmesi.
Merhamet ise, îmanın lezzeti. Sende olanı, mahruma, yani kendisinde olmayana ikram etmen. İşte merhamet budur. Allâh’ın sana verdiğini, sana ikram ettiğini, kendisinde olmayan ile paylaşmandır.
Diğer bir ifadeyle merhamet, başkalarının mahrumiyetini telâfî için onların yardımına koşmandır. Merhamet, mü’minin vasfıdır. Merhamet, her hâlükârda mü’minin tabiat-ı asliyesi olmalıdır. Çünkü;
Merhamet, dünyada vicdan huzuru, âhirette ise ebedî saadet müjdesidir.
Bu merhamet, gönlümüzde bütün varlıkları içine almalıdır. Hayvanâtı da. Çünkü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, buna o derecede ehemmiyet veriyor ki, Mekke fethinde ordusunu, yavrusunu emziren bir köpeğin karşı tarafından geçiriyor, onu rahatsız ettirmiyor. Yine yanık bir karınca yuvasından dehşete geliyor ve; «Bu karınca yuvasını kim yaktı, kim Allâh’ın verdiği cana kıyabilir?» buyuruyor.
Bütün bunlar Kur’ân ahlâkı. Ramazân-ı şerif de, bu ahlâka, yani Kur’ân ahlâkına bürünebilmenin mevsimi. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, Ramazan’da inmiştir. Dolayısıyla Ramazan, hem mâh-ı gufran, hem de;
ŞEHR-İ KUR’ÂN…
Ramazan, Kur’ân’la şereflendirilmiş. Cenâb-ı Hak; “Ramazan ayı, Kur’ân-ı Kerîm’in insanlara bir hidayet rehberi olarak, Hakk’ı bâtıldan ayıran apaçık deliller hâlinde indirildiği aydır.” (Bakara, 185) buyuruyor.
Onun için bu ayda Kur’ân’ı yaşayabilmek, Kur’ân’la hemhâl olmak, Kur’ân’ı anlamak, Kur’ân’la istikâmetlenmek, Kur’ân’ın mesajlarına gönül verebilmek elzem.
Bir Hak dostu buyuruyor:
“Dünya hayatından üç şey bâkî kalır:
1. Allah için sevilen sâdık arkadaş…
2. Kur’ân’dan alınan feyz…
3. Tenhalarda Allah ile beraber olmak…”
O hâlde Ramazan, Kur’ân’la yaşanan bir ay olmalıdır. Bu ay boyunca her an Kur’ân’ın lezzeti tadılmalıdır. Ramazan ve Kur’ân; kalbî bir lezzet, mânevî bir zevk hâline gelmelidir.
Herkes aynı rahle başında oturur ve aynı Kur’ân’ı okur; fakat ondan kendi kalbî seviyesine göre bir netice alır. Yani Kur’ân’dan alınacak nasip, kalbî alâkaya göredir.
Hazret-i Ömer’in hidayetine vesile olan malûm hâdisede, kız kardeşi Fatıma’nın Kur’ân-ı Kerim ile olan kalbî alâkası, Hazret-i Ömer’in kalbinin ısınmasına vesile olmuş, hidayet kapısını açmıştı.
İfade etmeli ki mü’min, ancak Kur’ân’la dolduğu zaman kemal bulur. Bu itibarla Cenâb-ı Hak: “Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman sağır ve kör davranmazlar.” (Furkan, 73) buyurmaktadır.
Kalp öyle bir hâle gelecek ki, Kur’ân’la îman artacak. Kur’ân mesajı tatbikata geçecek. Kur’ân ve sünnet modeli, hayatın her tarafına aksedecek. Aile hayatı, ticarî hayat, iktisadî hayat, içtimâî hayat…
Bunun için; tefekkür, murakabe ve muhasebe ile gönüllerimizi diri tutmalıyız. Düşünmeliyiz:
Dünyadaki fânî günler nasıl geçiyor? Cenâb-ı Hak’tan ne gibi mesajlar var? Hâlimiz nasıl? Bu kısa ömrü ne şekilde yaşıyoruz? Acaba bize kıyâmet gününde; “Kitabını oku, bugün sana nefsin kâfîdir.” (İsrâ, 14) dendiğinde amel defterimizden Kur’ân sayfaları mı çıkacak, hüsran sayfaları mı? Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanına ne kadar dikkat ediyoruz:
“Ey îman edenler! Sizi elîm bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?” (Saff, 10)
Bu ticaret, «ticâreten len-tebûr» yani «kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticaret» (Fâtır, 29)… Üç vasfı var:
1. Kur’ân-ı Kerîm’i tilâvet etmek, ahkâmını yaşamak, onu hayatın her safhasına aksettirerek canlı bir Kur’ân olabilmek.
2. Namazı ikame etmek. Namazı, hakkını vererek kılmak. Yani fahşâ ve münkerden koruyacak bir kıvamda namazı eda etmek.
3. Allâh’ın verdiği mülkü açık ve gizli olarak infak etmek.
Hayat takvimimizden her gün bir yaprak kopuyor ve kirâmen kâtibîn meleklerinin dosyasına giriyor. Bugünkü kopacak yaprak acaba nasıl dolu olmalı? Hele son yaprak, nasıl teslim edilmeli? Kirâmen-kâtibîn ömür yapraklarımıza ne yazmalı? Arzu edilen cevapları hazırlamak için gün bu gün! Öyleyse soralım: Bugün ben kendim için ne kadar, Allah için ne kadar?
Cenâb-ı Hak buyurur:
“And olsun mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz.” (Âl-i İmran, 186)
Bu imtihanı kolay kılmak istikametinde Sâdî Şirazî Hazretleri der ki:
“Hak dostları, kimsenin alışveriş yapmadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.”
Kimsenin alışveriş yapmadığı dükkânlar neresi? Hiç şüphesiz ki gariplerin, kimsesizlerin ve yalnızların gönülleri… Yani;
MATEMLERİN CİVARI…
Matemlerin civarına gitmek zordur. Kimi insan; «Aman içim kaldırmıyor.» der yaklaşmaz; kimi beş kuruş verir; «zaten veriyorum.» der. Ancak Hak dostları kimsenin alışveriş yapmadığı o dükkânlardan alışveriş yaparlar. Yani gariplerle ve yalnızlarla kalbî bir âhenk kurarlar. Hâli kendinde gizli olan mahrumları da fark eder ve görüp gözetirler. Âyette buyurulur:
“(Yapacağınız hayırlar) kendisini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için olsun! Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmalarından tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük edip istemezler…” (el-Bakara, 273)
Cenâb-ı Hak, bizlere bir vazife veriyor; “Sen onları sîmasından tanırsın.” buyuruyor. Yani kalbimiz, öyle bir hassasiyet kazanacak ki, âdeta bir röntgen hâline gelecek. Böylece yoksulları, garipleri, kimsesizleri, mahrumları tanıyacak; onları gözlerinden, sîmasından anlayacak. Fukara ile hemhâl olacak. Yoksa bu fânî ömür ve fânî nimetler, gaflet içinde heba olur gider. Sonrası bomboş nedamet…
Necip Fazıl, ömrünü gafletle geçirenleri îkaz mahiyetinde ne güzel söyler:
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…
Bir Hak dostu;
“Dünyadan ebedîlik bekleme, kendinde yok ki sana versin.” diyor.
Dolayısıyla hayata ve daha ötesine gönül gözüyle bakmak, basiret ve firaset ehli olmak zarurî. İnsan ancak o zaman gaflet perdesini yırtar ve gerçek bir bilgi ile irfana erer. Cenâb-ı Hakk’ın övdüğü «bilenler» sınıfına dâhil olur.
BİLENLER KİMLER?
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Yoksa o, geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiret endişesi içinde olan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Ancak temiz akıl sahibi olanlar anlar.” (Zümer, 9)
«Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» ifadesindeki vurguyu, bazı kişiler; sadece bir takım maddî ilimleri, ilimlerin geometrik tarafını bilmekte zannediyorlar. Hâlbuki Rabbimiz’in emri; hikmeti bilmek, ibret almak, ilâhî azamet karşısında duygulanmaktır. Nitekim âyette «bilenler» ile kastedilen zümrenin vasıflarına şöyle dikkat çekiliyor:
1. Geceleyin secde ve kıyam hâlinde ibadet eden,
2. Âhiret endişesi içinde olan, fânîliği unutmayan,
3. Rabbinin rahmetini uman, dua hâlinde yaşayan…
İşte bilenler bunlar.
Sayılan vasıfların özü, yani diğerlerini de canlı tutacak olanı ise:
ÂHİRET ENDİŞESİ İÇİNDE OLABİLMEK…
Çünkü ebedî âleme intikal ettiğimizde artık her şey bitmiş olacak. Hiçbir pişmanlık ve nedamet, kâr etmeyecek. Her şeyde iş işten geçmiş olacak. Dolayısıyla bu gerçeği her nefesimizde hissetmeli ve şimdiden kendimize sık sık sormalıyız:
Acaba hâlimden Cenâb-ı Hak memnun mu? Acaba Allah rızâsında mıyım, yoksa nefsin aldatmacaları içinde miyim? Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında olsam, benim hâllerime tebessüm eder miydi, yoksa sîması değişir miydi? İlâhî kameranın altında olduğumun ne kadar farkındayım?
Daima bu şekilde bir âhiret endişesi içinde bulunabilmek, son derece zarurî. İçinde âhiret endişesi olan bir kimse, bir başkasına çelme takabilir mi? Günahlara kendini kaptırır mı? Asla! O, ancak; «Aman yâ Rabbî!» diyen bir ârif olur. Onun dili, ne siyah ne beyaz hiçbir şekilde yalan söyleyemez, iftira edemez… Ona bakanlar görür ki o daima:
RAHMET DİLEYEREK DUA HÂLİNDE…
İşte bu hâlde olanlara Cenâb-ı Hak; «Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» diyerek iltifat ediyor. Cenâb-ı Hak onların duygularını derinleştiriyor. Allah, işte bu şekilde takvâ sahibi olanlara, bilmediklerini de öğretmektedir. (Bkz. Bakara, 282)
Bu kıvamda bilenlerden olmak için, her gün ve gece bir fırsat. Ramazan bambaşka bir fırsat. Ramazan içinde de;
KADİR GECESİ, MÜSTESNA BİR FIRSAT…
Kadir gecesi, lütuf içinde lütuf…
Cenâb-ı Hakk’ın mü’mine müstesna bir ikrâmı. Allah, mü’mini, o kadar seviyor ki, bir geceyi bin aydan daha hayırlı bir gece yapıp da lütfediyor. O gece, Kadir Gecesi. Ramazân-ı şerîfin içinde, o bolluğun, o affın tuğyan ettiği bir mevsimin içinde ayrı bir rahmet deryası. Ayrı bir merhamet, bir af, bir muhabbet, bir sevgi tuğyanı.
Yani Kadir Gecesi, Cenâb-ı Hakk’ın, ümmetler içinde sadece ümmet-i Muhammed’e müstesna bir ikrâmı olarak lütfettiği, en zengin mânevî hazinelerden biri. Onun ihtişam ve azameti, kıymet ve ehemmiyeti, müstakil bir sûre-i celîle ve birçok hadîs-i şeriflerle müjdelenmiştir:
“Biz onu (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir Gecesi, bin aydan hayırlıdır. O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrâil), her iş için iner dururlar. O gece, selâmetle doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar.” (el-Kadr, 1-5)
Hak dostları senenin her vaktini mânen büyük bir teyakkuz içinde geçirmenin ehemmiyetine işaret etmişlerdir. Kadir Gecesi, muhakkak olarak sene içinde gizli olduğundan İbn-i Mes’ud -radıyallâhu anh-; “Kim, bütün seneyi ihya ederse Kadir gecesine erer.” buyurmuştur.
Nitekim bu hakikati beyan etmek üzere de; “Her gördüğünü Hızır, her geceni Kadir bil.” ifadesi, sâlih mü’minler için bir hayat düstûru olagelmiştir.
Bu öyle bir gece ki, Cenâb-ı Hak, bin ayın faziletini bir gecede ihsan ediyor. Seksen küsur sene… bir ömür. Uzun bir ömrün fazileti bir gecede veriliyor. Bu mübarek gecenin ve baştan sona bütün bir Ramazân’ın âhiretteki fazilet ve derecesi ise hiç şüphesiz daha müstesna olacaktır. Ancak rahmet ve ihsanı bol olan, her an sonsuz kerem ve cömertlikte bulunan Cenâb-ı Hak, bu dünyada da mükâfatlar bahşediyor. İşte;
RAMAZÂN’IN BUGÜNKÜ ÜCRETİ: BAYRAM
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ramazân’ın son günü Allah Teâlâ, oruç tutanları affeder.” buyurunca, Ashâb-ı kiram:
“Yâ Rasûlâllah! O gün Kadir Gecesi mi?” diye sual etti. Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
“Bilmez misiniz ki, iş yapana, işi bitirdiğinde ücreti verilir.” (Beyhakî)
İnşallah ömrümüz bir Ramazân-ı şerif hâline gelir, son nefesimiz de bir bayram olur.
Geçen sene Ramazan’da aramızda bulunan bazı kardeşlerimiz şimdi kabir âlemindeler. Muhtemeldir ki içimizden bazı kardeşlerimizin de bu sene son Ramazân’ı olabilir. Dolayısıyla hepimiz son Ramazân’ı değerlendiriyor olma hissiyatı içinde bulunmalıyız. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün ibadetlerimizi son ibadetimiz gibi yapmayı telkin etmektedir. Bu telkin etrafında yaşayabilirsek;
Ramazan, bir takvâ mektebi; bayram ise onun rûhânî bir şahâdetnâmesidir.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur:
“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevabını Allah’tan umarak ibadetle ihya edenlerin kalbi, -bütün kalplerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68)
O hâlde Ramazan geceleri gibi bayram geceleri de ganimet bilinmelidir. Unutulmamalıdır ki esas bayram; mü’minle¬rin takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzuruna çıktıkları gündür.
GERÇEK BAYRAM
Behlül Dânâ Hazretleri buyurur ki:
“Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azabından emin olanadır.”
Gerçek bayram, Hakk’ın bizden râzı olmasıdır. Dolayısıyla bilhassa bu sevinç günlerinde yetim, kimsesiz, fakir ve muhtaçları sevindirelim ki, ilâhî rahmet ve merhamet tecellîlerinden nasip alabilelim.
Bayram;
Kendisini muzda¬riple¬rin tebessümüyle bir gülşene çevirebilenler için ne güzel bir dünya cennetidir!..
Ramazân’ın bütün rûhânî tezâhürle¬rine mâkes olarak ümmeti kucaklayabilen mü’min gönüller için ne güzel bir ikramdır!..
Bu bayram, kanadı kırık bir kuş gibi muzdarip olan mazlumlara, yetimlere, muhtaçlara yüreğimiz ve dualarımız ne kadar uzanabilecek?
Toplumumuzdaki gafilleri uyandıracak, garipleri ve muzdaripleri sevindirecek, insanlığı İslâm’ın güler yüzüyle tebessüm ettirecek hakikî bayramın, hangi rûhî hamleye muhtaç olduğunu iyi düşünmeliyiz.
Hakikî bayramlar, sıla-i rahimde bulunmak, geçmişlerimizi hayırlarla yâd edip ruhlarını şâd etmek, îman kardeşliğini cemiyet plânında yaşatmak gibi nice mükellefiyetlerimizin edasına vesile olan, bütün toplumu kucaklayıcı ibadet günleridir.
Diğer taraftan dindarlık, sadece Ramazan ayına ve muayyen günlere mahsus değildir; ömürlük bir takvâ hayatıdır. Bu bakımdan Ramazan’dan sonraki aylarda da zamanımızı amel-i sâlihlerle tezyin etme hususunda gafletten sakınmalıyız.
Ölüm, kişinin yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir mahiyette karşısına çıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu…
Tıpkı Ramazân-ı şerif gibi ilâhî irade ile sınırlandırılmış olan ömürlerimizi, kulluk heyecanı ve âdâbı ile geçirmeye gayret edelim ki; âhiretimiz, bayram günümüz olsun. İhlâslı niyet ve amellerle îfâ ve ihyasına gayret ettiğimiz bu Ramazân’ımızı -Rabbimizin lütfuyla- aynı rûhâniyet ve feyiz ile gelecek senenin Ramazân’ına bağlayabilme azmi içinde olmalıyız.
Rabbimiz, muazzam bir ilâhî ikram ayı olan Ramazân-ı şerîfin feyz ve bereketinden istifade edebilmeyi cümlemize nasip buyursun!
Ramazân’ın rûhânî iklimini ömrümüzün muhtevasına yaygınlaştırarak feyizli bir hayat yaşamayı ve vefatımızın da ebedî bir bayram sabahı hâline gelmesini ihsan eylesin!
Ramazân-ı şerîfimizi ve mübarek bayramımızı; vatanımız, milletimiz ve bütün İslâm dünyası için huzur ve saadet vesilesi kılsın!
Âmîn!..