Mekke’de Bir Ev – II

Ali HÜSREVOĞLU

(Özet: Hicret sonrası Mekke… Süheyl bin Amr, Müslüman olan iki oğlunu evinde zincir altında tutuyordu. Ebû Süfyan kervanı, Medine’deki Müslümanlar tarafından baskın tehlikesi geçirmiş fakat kurtulmuştu. Tehlike atlatılmasına rağmen Ebû Cehil savaşı kışkırtıyordu.)

SAVAŞ KARARI

Ebû Süfyan kervanının vurgun tehlikesi atlatmasında anormal ne vardı? Kureyş’in filozofu diye bilinen Utbe bin Rebî’a, Daru’n-Nedve toplantılarından birinde:

“Müslümanların bu kadar üzerine gitmeyin. Hak bildikleri dinlerini yaşasınlar. Buna katlanın ve rahatsız olmayın. Hele zayıf bulduklarınızın mallarına bile el koymaktan utanmıyorsunuz. Bunu hiç yapmayın. Eğer Mekke’de yaşamalarına katlanırsanız, bu uğrayacağınız zararın en azıdır. Eğer sıkıştırıp hicret etmelerine, hele bizim Şam ticaret yolumuz üzerindeki Yesrib’e yerleşmelerine sebep olursanız ummadığınız zamanlarda kervanlarınızın vurulacağını aklınıza koyun ve bana söyleyin: «Biz şimdi evlerinde kimseye zarar vermeden yaşayan insanların eşyalarına haksız yere el koyarken mi daha şerefliyiz, onlar bizim mallarımıza bir savaş meydanında galibiyet sonrası el koyarken mi daha şerefliler?» Şöyle de diyebiliriz: Bu iki taraftan hangisi kınanmaya daha lâyık?” demiş, başta Ebû Cehil olmak üzere bazı arkadaşlarından hakaret görmüştü. Savaşta düşmanını yenip malını ganimet olarak almak, basit bir soyguncu olmaktan herhâlde daha şerefli idi. Fakat şirkin bulanıklığı, küfrün karanlığı ve ilkeli bir şahsiyet sahibi olamamanın karışıklığı insanı böyle çukurlara iteleyebiliyordu.
Koskoca Mekke, böyle derinliksiz insanların elinde oyuncak gibiydi. Bugün Mekke parlamentosu diyebileceğimiz Daru’n-Nedve’de hararetli tartışmalar sonucu savaş kararı alındı.

BABA-OĞUL BEDİR’E…

Süheyl, Ebû Cehl’in görüşüne katılmıyordu. Diğer üyeler gibi o da savaşa gerek kalmadığı görüşünde idi. Fakat Ebû Cehl’in şirretliği işi iddiaya bindirmiş, gurur meselesi yapmıştı. Artık geri adım atılamazdı. Süheyl gergin bir şekilde eve gelmiş, savaşa gideceğini zincire vurduğu oğullarına söylemişti. Ebû Cendel babasına merakla soruyordu:

“–Babacığım, sen de savaşa katılacak mısın?”

“–Babanı sen korkak mı sanıyordun?”

Hâlbuki Ebû Cendel babasının korkak olmadığını biliyordu. Korkak olmadığını kendisi de biliyordu. Fakat Ebû Cehl’in gerdiği hava herkesi etkilemişti. Abdullah, kararını vermişti. Ne yapıp yapıp savaşa katılmalıydı. Fakat bu zincirler altından nasıl kurtulup da Bedr’e kadar gidecek ve babasının da içlerinde bulunduğu müşriklere karşı savaşacaktı?

Karar vermek, plân yapmak değildi. Şimdi iyi bir plân yapmalıydı. Babasının Ebû Cendel ile konuşmasıyla geçen zamanı değerlendirip plânını yapmıştı:

“–Babacığım, zincirlerimi çözer misin?”

“–Niçin çözecekmişim?”

“–Seninle beraber savaşa gideceğim…”

“–Benimle oynamıyorsun, şaka yapmıyorsun değil mi?”

“–Kesinlikle…”

“–Kimin yanında, kime karşı savaşacaksın?”

“–Senin yanında, Müslümanlara karşı!”

“–Hem Muhammed’in dininde olacaksın, hem Müslümanlara karşı savaşacaksın öyle mi?”

“–Artık Müslüman değilim…”

Burada Ebû Cendel beyninden vurulmuşa dönüyor. Kardeşinin sapıttığını zannedip sapıklığın şerrinden Allâh’a sığınıyor:

“–Keşke ölseydim de senden bunu duymasaydım kardeşim.” diyor. Abdullah sinirlerine hâkim. Babası Abdullâh’a soruyor:

“–Beni kandıracağını mı zannediyorsun?”

“–Seninle oynamadığımı ve şaka yapmadığımı söylemiştim.”

“–Peki, bu kararı nasıl bu kadar çabuk verebildin?”

“–Bir anda savaş meydanında olduğunu ve senin onlarca okun ve kılıcın hücumuna maruz kaldığını hayal ettim. Ben burada iken senin başına bir şey gelirse ömür boyu kendimi affedemeyeceğimi düşündüm.”

“–Yani orada beni koruyacaksın?”

“–Evet babacığım. Haydi, zincirlerimi çöz.”

Süheyl’in eli bir türlü zincirleri çözmeye gitmiyordu.

“–Ben, bunca zamandır bunu dininden döndürmeyi başaramadım. Açlıktan ölmeyi göze aldı, dininden dönmeyi düşünmedi. Bunda muhakkak bir oyun olmalı…” demekten kendini alamıyordu. Fakat oğlu bu arada kendisiyle oynamadığını, şaka da yapmadığını ciddiyetle ifade etmişti. Buna da inanmalıydı. Ama niye inansındı? Şimdiye kadar İslâm’dan dönen tek kişi olmuş muydu ki oğlu bunlardan biri olsundu? Bir türlü eli gitmiyordu ama kafası karmakarışık bir şekilde Abdullâh’ın zincirlerini çözdü. Kardeşi Ebû Cendel çok acı çekiyordu. Abdullah nasıl olur da dininden dönerdi? Bunu bir türlü anlayamıyordu. Abdullah, kardeşini rahatlatmadan Mekke’den çıkmak istemiyordu. Onunla özel görüşme yapmak ve savaşa beraber gitmeye ikna etmek için babasından izin istedi. Süheyl buna izin vermedi:

“–Biraz önce bizi dinledi. Kararını vermiş olmalı. Senin görüşmenin bir faydası olacağını sanmıyorum.” dedi. Abdullâh’ın ısrarı üzerine:

“–Çok kısa olmak kaydıyla…” diye izin verdi. Abdullah, kardeşi Ebû Cendel’in odasına girdiğinde çok mutlu idi. Yüzünde en küçük sarsıntı hissedilmiyordu. Ebû Cendel’in ilk sözü:

“–Keşke senin eğilip büküldüğünü ve tekrar küfre döndüğünü görmeden ölseydim.” oldu. Abdullah, kardeşini teskin etmeye çalıştı:

“–Ne diyorsun, sen de benim yaptığımı yapar mısın?”

“–Yani ben de gidip savaşacağım, bunu mu demek istiyorsun?”

“–Evet. Niye olmasın?”

“–Niye böyle yaptın? Allah seni doğru yola ulaştırmışken nasıl tekrar küfre ve şirke dönersin?”

“–Canım kardeşim, ben Müslüman’ım. Rasûlullâh’ın müşriklerle yapacağı ilk savaşta eğer burada mahpus kalacak olursam üzüntümden kendimi telef ederdim.”

“–Ama babamı aldatmadığını ve şaka yapmadığını söyledin!”

“–Evet ama biz şimdi savaştayız. Savaş da bir hile ve tedbirdir. Mademki o bizi evlâdı olduğuna bakmadan zincire vurdu, biz niye kendimizi teslim edelim?

“–Yani şimdi sen müşriklere karşı savaşacaksın?”

“–Evet kardeşim.”

“–Peki, babamızla karşılaşırsan onu öldürecek misin?”

“–Babamız bir müşriktir. Eğer o beni öldürmek için saldırırsa herhâlde arkamı dönüp kaçmam. Şimdi bunları bırak ve söyle, benim gibi yapıyor musun, yapmıyor musun?”

“–Niye bana daha önce çıtlatmadın?”

“–Kararının ne olacağını bilemediğim için belki belli edersin, saklamayı beceremezsin, diye böyle yaptım. Ayrıca babana karşı çok zayıfsın. Bunu sen de biliyorsun.”

“–Hâlâ benim bir şey becereceğime inanmıyorsun.”

“–İnanmak istiyorum, kararını bildir. Hem uzun konuşmamızdan babam şüphelenebilir. Benim gibi yapmayı dener misin?”

“–Hayır, ben Mekke’de kalmayı düşünüyorum.”

“–Peki, hoşça kal!”

Abdullah, kardeşiyle görüşmüş olarak çıktı ve savaş hazırlığını yaptı. Süheyl’in kafası karışıktı. Süheyl, oğlu Abdullâh’ın canından fazla sevdiği Muhammed’in dininden döndüğünü söylediğinde beyninden vurulmuştu. Oğlunun Müslüman olduğundan fevkalâde rahatsızdı. Bu rahatsızlık, bu cömert adamın dengesini bozmuş, evini hapishaneye çevirmesine sebep olmuş, oğullarını aç bıraktırmıştı. Süheyl bu durumdan da kesinlikle rahatsızdı. Fakat oğlunun dininden döndüğünü kendi kulaklarıyla duyduğunda yaşadığı şok, Müslüman olduğunu duyduğunda yaşadığı şoktan daha yıkıcı idi. Eğer bu genç, Süheyl’in oğlu ise dininden dönmemeli, bu işkenceye de erkekçe dayanmayı bilmeliydi. Çünkü bugün Muhammed’i kandırmayı düşünen bir kimse, yarın Süheyl’i kandırmayı niçin düşünmesindi?

İşte Süheyl’in yaşadığı şok bu idi ve bunda yanılmadı. Şu sebeple ki, Mekke ordusu Bedr’e ulaşıp da Müslüman karargâhı görününce Abdullah rüzgâr gibi koşan atını mahmuzlamış, bir solukta kardeşlerinin yanında yerini almıştı. Mekke ordusu başkumandanı Ebu Cehil iğrenerek ve horlayarak Süheyl’i uyarmış, oğlu Abdullâh’ı Muhammed’in yanına varmadan yakalamasını emretmişti. Fakat Süheyl, oğlu atına bindikten sonra kimsenin ona yetişemeyeceğini net bir dille ifade etmişti:

“–Oğlum atına binip de uçuşa geçtiği anda kimse ona yetişemez ey Ebu’l-hakem!”

Süheyl burada kırgın, fakat gururu yerinde idi. Çünkü oğlu hakkında yanılmamıştı. Ebû Cehl’e söylediği son cümle oğluyla övüncünden başka bir şeyin ifadesi değildi. Oğlu Abdullah ile Mekke’de görüşürlerken ona söylediği en önemli söz de şu idi:

“–Yazık sana! Ben seni sağlam bir çelik sanırdım. Kırılmalıydın, fakat eğilip bükülmemeliydin. Sana olan zannımı boşa çıkardın!”

Bu sözleri söylerken Süheyl gerçekten üzgündü. Ama Bedir meydanında morali düzelmişti. Süheyl’in bu ilkeli tutumu, onu geç de olsa İslâm’la tanıştırdı. Savaş öncesinde oğlu Abdullâh’ın babasıyla mübareze dilemesi, Süheyl’in savaş sonrası esir alınıp Medine’ye götürülmesi ve sonraki olaylar onun İslâm’la tanışmasını çabuklaştırmadı. İçinde evirip-çevirdiği bir şeyler vardı. Boğazına düğümlenenleri söylemesine bir engel bulunmamasına rağmen söyleyemiyordu. Aslında kendi gibi düşünmeyenlere söz ve hayat hakkı tanımayan kendisi ve çevresi idi. Ancak bu saplantı, onun gözüne Müslümanları da yanlış gösteriyordu.

Süheyl esirler arasına katılmışken bazı sert davranışlarıyla dikkat çeken Hazret-i Ömer, Rasûlullah’tan Süheyl’in ön dişlerini sökmek için izin diledi. Gerekçesi, Süheyl’in İslâm aleyhine nutuk atması, halkı olumsuz yönde etkilemesiydi. Peygamber Efendimiz:

“Ben kimseye müsel yapamam. Yani organları üzerinde değişiklik/eksiltme/işkence yapamam. Yoksa Allah benim peygamber olduğuma bakmadan aynını bana yapar.”

Peygamberimiz devamla:

“Ne bilirsin, belki o bir zaman gelir, seni memnun edecek bir durumda bulunur!” buyurmuştu. Hazret-i Ömer geri adım attı. Müslümanlar, kendilerine karşı savaşanlardan veya herhangi bir zamanda sözlerine ihanet edenlerden hiçbirine organları üzerinde işkence yapmadılar. Fakat müşrikler Bedir’den bir yıl sonraki intikam savaşları olan Uhud’da şehid ettikleri yetmiş kişiden çoğuna karşı bu insanlık suçunu hiç tereddüt etmeden işlediler.

Bunlardan biri şöyle idi: Ebû Süfyan, Hamza’nın Vahşî tarafından şehid edildiğini gördüğünde O’nun Bedir’de öldürdüklerini kastederek ve hatırlatarak:

“–Al hayırsız!” diyerek mızrağını Hamza’nın yüzüne batırıyordu. Müslümanlardan biri Ebû Süfyan’ı görüp:

“–Ey Ebû Süfyan, amcan oğlunun ölüsünü mızrağınla tartaklamayı nasıl için kaldırıyor?” diye seslenince görüldüğünün farkına varıp rahatsız olan Ebû Süfyan:

“–Sakın beni rezil etme! Ne olur bunu bende gördüğünü kimseye söyleme, gizli tut!” ricasında bulundu. Ebu Süfyan bu hatayı bütün insanlığın ve tarihin önünde işlediğinin farkında değildi. Bu, müşriklerin yaptığı sayısız müsel cinayetinden sadece birisi idi. Biz tekrar Bedr’e dönelim:

Bedir’den ayrılırken ölülerini gömmeden savaş meydanını terk ettiler. Müşriklerin ölüleriyle Müslümanların şehidlerini Müslümanlar defnettiler. Bu, iki medeniyeti karşılaştırmak için net bir ayıraçtır. İki medeniyetten hangisinin insana değer verdiğini göstermek için yeterlidir. Müşrikler, başkumandanlarını ve yetmiş kadar azılı öncülerini kaybetmişliğin perişanlığıyla Mekke’ye dönerlerken Müslümanlar da beraberlerindeki yetmiş kadar esirle Medine’ye dönüyorlardı. Başlarında Peygamberimiz bulunuyordu. Taşkınlık yapabilirlerdi. Çünkü zafere ulaşmışlardı. On üç yılı haksız yere kendilerine cehennem edenleri ortadan kaldırmanın bir sevinci olmalı değil miydi? Belki biz böyle bir sevincin varlığını hayal edebiliriz. Ancak kesin bildiğimiz bir şey vardı ki, başta Peygamberimiz olmak üzere kimsede bırakın bir sevinç bulunmasını, üstelik bir burukluk vardı. Bu sebeple, değişmez vasfı âlemlere rahmet olan Efendimiz, yolda esirlerin tümüne şöyle bir bakmış, sonra:

“Eğer Abdullah bin Cüd’ân hayatta olsa da: «Muhammed, bunları benim hatırım için serbest bırak!» deseydi, hiçbir şeysiz serbest bırakırdım.” buyurmuştu.

Çoğu Mekke eşrafından olan bu insanların istisnasız hepsinin İslâm’la şereflenmesi için elinden gelen hassasiyeti gösteriyor, hangi sebeple ve şekille olursa olsun gururlarının kırılmasını istemiyordu.

Peki, bunlar Mekke’de O’na aynı şeyi düşünmüşler miydi? Şimdi böyle olmasaydı da, Muhammed ve arkadaşları onların elinde esir olup da Mekke’ye götürülüyor olsalardı, acaba nasıl muamele ederlerdi? Kendi ölülerini savaş meydanında bırakıp giden insanlar; “Bizim dinimizi parçaladın!” diye suçladıkları insanlara neler yapmazlardı? Bedir’den Medine’ye dönüş yolunda Müslümanlar muzaffer olmalarına rağmen kendileri daha bol buldukları hurmayla yetinmelerine karşılık esirlerine daha az bulunan ve daha kıymetli olan, aynı zamanda sıcak iklimde hurma kadar hararet yapmayan ekmek ikram ediyorlardı. Bunlar dün kendilerini bir lokma ekmeğe muhtaç bırakan, yurtlarını, yuvalarını, ticaretlerini bırakmaya mecbur eden müşriklerin kafalarına sığmayacak kadar büyük şeylerdi.

Peygamberimiz’in esirlere uygulanmasını emrettiği ilkelerden etkilenen bazı esirler bu muamelenin tesiriyle Müslüman olmuşlar, bazıları gururlarını yenemeyip yıllarca kararsızlık içinde kıvranmışlardır. Yolda Süheyl, yenilmiş esirler arasında; oğlu Abdullah muzaffer Müslümanlar arasında. Abdullah zaman zaman babasına yaklaşıp biraz yalvarma, biraz üzüntü, biraz da öfke ile karışık;

“Ne olur babacığım, Müslüman olsan da câhiliye dönemindekinden daha şerefli bir adam olsan!” derken Süheyl kızarıp bozarıyor, bir cevap veremiyordu. Belki esaret altında iken Müslüman olmayı gururuna yediremiyor, kim bilir ne hesaplar yapıyordu. Medine’ye varıldıktan sonra esirlerin durumu karara bağlanmış, okuma-yazma bilenlerin on Medineli çocuğa okuma-yazma öğretmesi, bilmeyenlerin sembolik bir fidye karşılığında serbest bırakılması karara bağlanmıştı.
(Devam edecek.)